Henüz okula gitmiyordum. 1950 veya 1951 yılının sonbahar mevsimi ve kentimizin kenar mahallesinnin sakinleri; kışlık zahiresini edinme, kilere koyma telaşındaydı.

Bizim evimiz sokağın alt ucunda, üst ucunda da mahallemizin camisi vardı. Babam sabah ezanıyla besmele çekerek ve de özel olarak dikkat ederek sağ ayağıyla dış kapımızdan sokağa adımını atardı. Yine öyle bir gün babam geri dönüp anama; “sokakta dolanan bir meczup var, çocuklara diikat et, sokağa salma” dedi.

Çocuk aklı, çocuk merakı bu ya, ben de anamı nasıl kandırır veya o görmeden sokağa nasıl çıkar ve meczubu nasıl görürüm diye plan kuruyordum. Nasıl olduysa kendimi sokakta buldum ama meczup neredeydi… Korka korka  epeyce arandım ama meczupu göremedim ve eve dödüm. Anam  hiçbir şey sormadı.

Aynı gün öğlen üzeri anam, benden iki yaş küçük kız kardeşimle beni elimizden sıkı sıkı tutup öbür sokaktaki nenem gile götürüyordu. Zaten çok yakın olan nenemin evine varmadan, bizim sokak ahalisinden olmayan, görüntüsü de ürkütücü olan biriyle karşışaştık. Anam elimi öyle bir sıkmaya başladı ki sanki parmaklarım birbirine yapışacak gibi olbu. Anam adımlarını hızlandırdı, kız kardeşimle beni adeta uçurur gibi nenemlere ulaştırdı.

Akşam babam “muhtar efendi tahkikat etmiş, bu zavallı meczubu köylerden birinden getirip; bizim burada azdırmışlar” dedi.

Anam da “mahallemizde çoluk çocuk çok serbest dolaşır, şimdi halları nolacak, anaların aklı hep çocuklarında kacak; bir de komşusuna gidip gelen kızlar, kadınlar korkacaklar” diye babama endişesini bildirdi.

Dün yine meczupla karşılaştık iri yarı, saçı sakalına karışmış, yaşı da otuza yakın veya biraz geçkin olmalıydı. Sırtında koyu gri ve kir içinde uzun bir entari vardı. Altında donu, entarisinin içinde köyneği yokdu. Muhtarla camimizin imamı Hasan Ali görüşüp konuşmuşlar, meczubun camide, son cemaat yerinde barınmasına karar vermişler.

Meczup mahalleye, mahalle ahalisi de meczuba alışmaya çalışıyordu. Meczup sakin biriydi. ürkülecek, korkulacak biri değildi. Ona kim, hangi duyguyla ‘HÖRÇO’ diye seslendiyse, bizim meczubun adı hörço olarak kaldı. Mahallenin yaramaz çocukları onun arkasından hörço hörço diye bağrışıp tempo tutar, o pek aldırış etmezdi.

Cami imamı Hasan Ali Hoca onu hamama, berbere götürmüş, Hörço yakışıklı bir adam olmuş. Hasan Ali hocanın hamam öncesi esnaftan tedarik ettiği giysilerden sadece haki renk entariyi beğenip giymiş. Altına don, üstüne köynek, ayağına ayakkabı giymeyi kabul etmemiş. Hasan Ali hoca bu hamam ve berber işini düzenli aralıklarla sürdürüyor, Hörço  caminin son cemaat yerinde yatıp kalkıyordu ama; bir de yemek, beslenme sorunu vardı. Acıkınca sokakta bir kapının önünde durup “aba aba” diye sesleniyor, karnını doyuruyordu.

Havalar iyice soğumuştu, Hörço yalınayak dolaşıyor, entarisinin ütüne de bir şey giymiyordu. O sene kış çok ağır geçse de Hörço topladığı bir iki kağıt, çöp gibi bulduklarını caminin bahçesinde birilerinden yardım isteyerek yakıyor, ateşin etrafında biraz döndükten sonra son cemaat yerindeki şiltesine uzanıyordu. Teklif edilen koruyucu önlemlerin hiçbirini kabul etmiyordu.

Karşı Çıksorut tepesinden kalkan kargalar; çığlık çığlığa mahallemizin üstüne doğru akıyor, bize baharı müjdeliyordu. Hörço’nun da keyfi tamdı. Kendince makamlı, tempolu bir şeyler mırıldanarak oynar gibi geziniyordu. Tüm doğa uyanmış, coşmuş, Çıksorut tepeleri yeşilini kuşanmıştı.

Mahallenin kadınları, kızları da Hörço’ya alışmışlardı. Mahallede bir düğün veya bir eğlence olduğunda davulcu Garip veya Çolak Nuru’nun çaldığı davulun önüne atlayan Hörço kendince nağmelerle oynar, toplana ahali çibik çalarak tempo tutardı.

Yaza doğru mahallemizin yaşlıca ve şakacı Şehriban ninesi; sokakta karşılaştığı Hörço’ya “sen erkek misin?” diye sataşıyor. Derken ortalık kızışıyor ve Hörço eteğini kaldırıp Şehriban nineye doğru açıyor. Bu durumu bir iki yaramaz çocuk görüyor. Bir yandan Şehriban nine, öte yandan çocuklar olayı tüm mahalleye anında yayıyorlar.

Kısa zamanda Hörço’nun arkasında bisürü çocuk, “aç aç, göster” diye bağırmaya başlıyor. Bundan rahatsız olan Hörço kaçmaya çalışsa da çocuklar peşini bırakmıyor. Hörçoyla sokakta karşılaşan genç kadılar ve kızlar da yanında geçerken göz ucuyla “acaba açacak mı” merakıyla bakıyor, ama Hörço’nun umurunda bile olmuyordu.

İlerleyen günlerde mahallenin yaramaz çocukları “Hörço Hörço” diye bağırarak tempo tutuyor; arkasından ufak taşlar atıyor, ince çubuklarla arkasından dürtüyorlardı. Hörço kaçıyor, çocuklar “aç aç” diye peşini bırakmıyordu.

Sonunda olan oldu. Havaların çok ama çok sıcak olduğu bir Ağustos günü Hörço eteğini önden belinde toplayıp öyle gezmeye başladı. Çocuklar yine peşinde, meraklı kadın ve kızlar da kapı aralığından bakarak Hörço’nun geçmesini gözler oldular. Öte yandan mahallenin huzuru bozulmuş, muhtar ve Hasan Ali Hoca olaya el atmışlardı. Önce Hörço’yu denetim altında tutup, yaptığının uygun olmadığını anlatmaya çalıştılar. Bir süre sonra da dışarıya çıkmasına izin verd,ler. Hörço hiçbir taşkınlık, yaramazlık yapmadan dolaşıyor, çocuklar peşine takılıp bağıra çağıra onu çileden çıkarıyorlardı. Hörço da bu yoğun baskı sonucu bazan eteğini beline topluyordu.

Mahallenin delikanlıları “bu deli herif analarımıza, bacılarımıza karşı eteğini açıp edepsizlik edermiş” diye Hörço’yu kaçıp, sığınmaya çalıştığı son cemaat yerinden alıp, sokakta acımasızca dövüp “sen bizim anamıza, bacımıza…” diyerek yerlerde sürüklediler.

Sabah namazı için camiye gelen Hasan Ali Hoca; her zaman kendisini saygıyla karşılayan Hörço’nun ortalıkta görünmediğini fark etti ve hemen barındığı yere vardı. Gördükleri dehşet vericiydi. Hörço’nun yüzü gözü kan içindeydi; ağlıyor, ayağa bile kalkamıyordu. Hasan Ali Hoca “bir yerden düştü herhal” diye düşünürken “inşallah bir yeri kırılmamıştır” diyor, mahallenin gençlerinin böyle bir şey yapmış olacağı aklının ucunda geçmiyordu.

O sırada genç Hilmi geldi ve gördüğü manzara kötüydü. Hasan Ali Hoca “ezanı çık sen oku, namazı da sen kıldır, bu zavallının durumu kötü” dedi. İğneci Memed Ali’nin evi yakındı. Koşarak varıp, iğneciyi uyandırdı.

Namaz bitmiş toplanan beş on cemaat merakla bakıyor, sorup öğrenmeye çalışıyor, iğneci ile hoca da Hörço’yu ayağa kaldırmak için uğraşsalar da pek başarılı olamıyorlardı. Cemaatten Hüsam dede “bu zavallının kaburgası zedelenmiştir, sırt üstü yatırıp üstünü örtün” diye seslendi. İğneci Mehmet yokladı, sağ yan kaburgalarına dokununca zıplar gibi oluyor ve inliyordu. İğneci Mehmet Ali bir de iğne yaptı, Hörço’ şiltenin üstüne yatırıp, üstünü örttüler.

İğneci ile Hasan Ali Hoca her gün düzenli bir bakım yaparak sonunda Hörço’yu ayağa kaldırdılar ama, onun eski havası yoktu. Köyünden yurdundan koparılıp mahallemize azdırıldığı gündeki gibi şaşkın, etrafına kuşkuyla bakıyor, Hasan Ali hocanın kolunu bırakmıyordu. Tek güvendiği sanki Hocaydı.

Günler haftalar geçti Hörço kapılara gelip “aba aba” diye de seslenmiyordu. Mahallenin yaramaz çocukları da “Hörço Hörço” diye peşinden koşmuyor, genç kadınlar, kızlar kapı aralığından ona bakmıyordu,

O kötü geceyi hazırlayıp ateşleyen Mahmut mahallenin yaka silktiği sabıkalı biriydi. Ailesine karşı da sert tavrıyla bilinir, kimse ona bulaşmak istemezdi. İşte mahallemizin yüzkarası Mahmut bile son zamanlarda bu olaydan pişmanlık duyuyor gibiydi.

Mahallemize; paylaşma, sahiplenme, hoşgörü, eğlenme gibi farklı havalar tattıran ve yaşatan Hörço birdenbire ortalıktan kayboldu. Herkes sorar gibi bir ifadeyle birbirine bakıyordu. Aradan epey bir zaman geçmişti. Mahallemizde “dur hele, Hörçoluk eteme” diye bir deyim bile oluşmuştu.

Nenem beni mahallemizde yeni açılan okula yazdıracaktı. Siyah önlük beyaz yaka almak için nenemin elinden tutmuş çarşıya gidiyorduk. Tam caminin önünde Hasan Ali Hoca Hilmi’ye “bu selayı ben okuyamam, yüreğim dayanmaz, çık sen oku” diyordu. Nenemin “bu kimin selası” sorusu; oradakilerden cevap bulamadı ama Hasan Ali Hoca ağlıyordu.