Evleri okula bitişikti. Anası “çok az kaldı, bir sene daha bekle, ondan sonra sende okullu olacaksın” diye oğlu Mehmet’i avutuyordu.

Sonunda o da okullu oldu. Öğretmeni onu seviyor, yakından ilgileniyor; arkadaşları da Mehmet’i sanki biraz kıskanıyordu. Mehmet sakin yapılı, temiz yüzlü öğretmenlere, okulun biri erkek öbürü kadın olan hademelerine, kısaca tüm büyüklerine çok saygılıydı. Arkadaşlarıyla oynar ama kavga etmezdi.

Sınıfta önde oturmak onu rahatsız ediyordu. Bir sabah sınıfın kapısında adaşı olan öğretmenini bekledi, sıkılarak ve heyecanla “öğretmenim ben en arka sırada oturmak istiyorum. Arkadaşlarımdan kimler parmak kaldırıyor göremiyorum. N’olur öğretmenim” Öğretmeni başını okşadı, birlikte sınıfa girdiler, öğretmen:

“Hasan sen çantanı defterini al Mehmet arkadaşının sırasına gel, Mehmet arkadaşın da bundan sonra orada otursun. Hadi bakalım çabuk olalım bugünkü dersimiz mevsimler” diye Mehmet’in isteğini yerine getirdi.

Yıllar hızla geçiyordu. İlkokul bitti, Mehmet diplomasını başöğretmenin elini öperek aldı. Sonra çok sevdiği öğretmene sarılarak onun da elini öptü ama gözyaşlarını tutamıyordu. Dönüp öğretmenine tekrar sarıldı.

Bir hafta sonra babası “bir zanaat öğrenmen lazım ki, kolunda altın bileziğin olsun. Benim gibi rençber olmanı istemem, çok ezilirsin. Hele biraz düşün, sonra ona göre bakarız” diye yeni yol haritasında baskıcı olmayacağını açıklamış oldu.

Mehmet o gün kentte bulunan iki ana caddeden Gaziler Caddesi ile Suburcu Caddesini; bu caddeyi birbirine bağlayan ara sokakları en az üç dört kez bir uçtan öbür uca turladı. Caddelerdeki ışıklı ve çok renkli mağazalar, lokantalar, baklavacılar pek ilgisini çekmiyordu.

Direkçi pazarının üst yanındaki küçük sanayi sitesinde konuşlu işyerleri zaten hiç ona göre değildi. Mehmet temiz ve titiz doğasına uyan bir iş seçmek istiyordu. “Keşke okuma olanağım olsa da böyle arayışlar içinde olmasaydım” diye de hayıflanıyordu. Gaziler Caddesinin üst başından tekrar Almacı Pazarına doğru yürürken, ota yaşı biraz geçkin görünen beyaz önlüklü, ak saçlı birini işyerinin önündeki kaldırımı süpürürken gördü. Önce biraz duraksadı, sonra süpürgeyi kavrayıp Şifa Eczanesinin önünü bir güzel süpürüp temizledi.

Eczacı Kamil Bey şaşkınlık ve hayranlıkla izlediği delikanlıyı içeri davet edip, kendi eliyle yaptığı çay eşliğinde güzel bir sohbete başladı. İkici çayı Mehmet hemen yanda duran ocaktan hazırlayıp Kamil Beye getirdi. Kamil Bey olayı keyifle izliyor ve değerlendiriyordu, sonunda:

“Bak delikanlı, sen tam da aradığım çıraksın. Yarın hem annen ve hem de babanla buraya gelin. Onlarla konuşacağım, eğer onlar kabul ederse yarın burada işe başlar, çırağım olursun. Ama şartım var, ananla baban yanında olmalı. İkisi beraber olmazsa, ikisi beraber gelene kadar sen de ben de bekleriz” deyip Mehmet’e küçük bir harçlık verip uğurladı.

Mehmet eve yaklaştığında Hasan Ali Hoca minarede ikindi ezanını okuyordu. Mehmet çok mutlu çok heyecanlı, olayı anasına anlattı. Akşam baba gelince olay yeniden yaşanırmış gibi tekrarlandı ve ailecek sabah zor edildi.

Onlar ne kadar erken davransa da Kamil Bey eczanesini açmış, temizlik yapıyordu. Ailecek temizlik için hamle yapsalar da Kamil Bey buna izin vermedi. Sadece demlenmek için ocağa koyduğu çayın servisini Mehmet’in yapmasına izin verdi. Çay eşliğindeki kısa tanışmanın ardından ana konu ciddi anlamda konuşuldu. Eczanenin sabahın çok erken bu saatinde açılmış ve temizliğinin yapılıyor, çayının demleniyor olması bile çok şey ifade ediyordu.

Aile Mehmet’i ‘eti senin, kemiği benim’ geleneksel deyimiyle ifade edilebilecek şekilde Eczacı Kamil Beye teslim etti ve ayrıldı.

Kamil Beyde; bir iki saat içinde komşusu terzi Faik ustaya yaptırdığı beyaz önlüğü Mehmet’e giydirip “hayırlı olsun evlat” diye alnından öptü.

O gün akşamı ne kadar geç ve ne kadar da zor geldi… Mehmet çekinmese, utanmasa eve beyaz önlükle gidecekti. Anasına mutlulukla sarılarak gününü ve beyaz önlüğünü anlattı.

“Tez zamanda bir iş bahanesiyle babamla gelin, beyaz önlüğümü görün” diye adeta yalvardı.

Mehmet akranları ve mahalle arkadaşları ile yine görüşüyor, konuşuyor, onlara sinemalara gidiyordu. Aradaki fark ise gözden kaçmıyor, başta temizlik olmak üzere, giyimde, oturup kalkmada, konuşmalarda bile anlaşılıyordu.

Mehmet zaten farklı özellik ve disiplinde var olan bir çocukluktan, ilk gençliğe geçişteydi. Konuşması, dikkatli ve özenliydi. Kamil Bey bazı akşamlar eczaneyi kapatınca onu da evine, akşam yemeğine götürüyordu. Ayşe Hanım da çok çok iyi bir anneydi. Tek kızları Gülnur evlenmiş, eşiyle yurtdışıda yaşıyordu. Tek torunları Halil’i yılda en fazla bir iki hafta ancak görebiliyorlardı. Bu yılın Temmuz’unda geldiklerinde Halil’i Mehmet de görüp kucakladı. Türkçeyi tam konuşamayan çok sevimli sapsarı dokuz on yaşlarında tıpkı babası gibi bir Almandı.

Kamil Beyler bazı hafta sonları Mehmetleri yemeğe alıyor iki aile güzel vakit geçiriyorlardı. Mehmet’in boyu uzuyor, her geçen gün biraz daha yağız, yakışıklı bir geç oluyordu. Yıllar çabucak geçmiş, askerlik çağı da gelmişti…

Davullu zurnalı, al bayrak açılarak askere uğurlandı. Eczacı Kamil Beyler de, öz oğlu gibi gördüğü Mehmet’i ailesiyle birlikte tren garından gurur ve gözyaşlarıyla uğurladı.

Komutan; “ne iş tutardın, bir mesleğin var mı” diye sorduğunda “eczacı çırağıyım” diye cevap verince komutan, “bunu Sıhhıye bölüğüne ayrın” dedi. Bizim Mehmet böylece önce Sıhhıye onbaşı, sonra Sıhhıye çavuşu olarak askerlik görevini tamamladı.

Sıhhıye bölüğünde çok ama çok şey öğrendi. Yaradan kurşun çıkartmak, yara dikip sarmak, pansuman ve iğne yapmak gibi birçok şeyi askeri doktorların yanında çalışarak öğrendi. Terhis olurken kendisine verilen diploma, yeni işinin kapısını da açıyordu. Sivil sağlık görevlisi olarak çalışıp ekmeğini kazanabilecekti.

Eczacı Kamil Bey verilen askeri sağlıkçı diplomasını bir güzel inceledikten sonra “hayırlı olsun evlat. Çok değerli bir diploma, bununla çok iyi iş yapar, çok da para kazanırsın, hadi hayırlı olsun. Yarın öğleden sonra seni tekrar bekliyorum. Eğer uyarsa anan baban da seninle gelsinler” dedi.

Ertesi gün ailecek eczaneye vardıklarında Ayşe Hanım da oradaydı. Ayşe Hanım Mehmet’e öz oğlu gibi uzun uzun sarılıp sevgi ve sevincini ifade ediyordu.

Kısa bir süre dışarı çıkan Kamil Bey dönüşünde “hadi Mehmet bugün çaylar yine senden olsun. Yarım saat kadar daha bekleyecekmişiz” deyip koltuğuna oturdu.

Daha çaylar yenilenmeden kapıdan telaşla giren orta yaşlı, iyi giyimli bey:

“Kamil beyciğim; verdiğiniz listede yazılı her şeyin en iyisi en kalitelisi bu çantada. Hiçbir eksiği, noksanı yok. Alet kaynatma kabı, makas, pens, şırınga hepsi ama hepsi işte bu şık çantanın içinde. Kim kullanacaksa çok şanslı biri olmalı. Şimdiden hayırlı olsun” deyip, çantayı Kamil beyin önüne bıraktı. Kamil bey de göz ucuyla Mehmet’e bakıyordu, çantayı alıp eczanenin ortasına geldi:

“Gel bakalım evlat” diye Mehmet’i yanına çağırdı. Tıpkı ilk beyaz önlüğü giydirdiği gün gibi tam donanımlı sağlıkçı çantasını sağ eline tutuşturup, alnından öperek “hadi hayırlı olsun, bizleri gururlandırdın, yolun açık, kazancın bol olsun” dedi.

Çok yoğun duyguların yaşandığı bir ortamdı. Mehmet’in annesiyle Ayşe Hanım birbirine sarılmış mutluktan ağlıyorlardı. Baba birden bir alkış tutturunca herkes ayağa kalıp alkış sonrası birbirine sarılarak sevinç ve mutluluklarını paylaştılar. Tam bu sırada Kamil Bey:

“Bu Şifa Eczanesinin kapısı tam eli iki yıldır açık. Ayşe Hanım da bende epeyce yaşlandık, yorulduk. Kısmet olursa Gelecek ay kızımızın yanına gitmek istiyoruz. Ya kısmet…bakalım. Mahmut Bey, sen benim canım arkadaşımsın, istersen eczaneyi sana devredeyim, yeter ki Şifa’nın kapısı kapanmasın. Bunu iyi düşün. Sen Mehmet’e, Mehmet de sana destek olur… Bunu ikiniz de çok iyi düşünün” deyip, sözünü tamamladı.

Şifa Eczanesi kapanmadı, çevrede ‘İnneci Mamed’ namı hızla yayıldı. Bazıları da “Allah nazardan saklasın, eli de çok hafifmiş. Bazıları ‘hiç anlamadım, sen innemi sahiden yaptın mı’ diye şaşırıp soruyormuş.” Bir başkası da:

“Parası olmayandan para almıyor, bazılarının ilaç parasını da cebinden veriyormuş.” Bir diğeri: “Allah yolunu açık etsin adam boylu poslu, yakışıklı da. Bazı genç kızlar masusdan hasta oluyormuş… Günahları boynuna.” Diyorlardı.

Bir yandan da anası münasip bir kız bulup, oğlunu baş göz etmek istiyordu. Oğluna varmak isteyen çoktu ama uygun olanı, münasip olanı bulup seçmek istiyordu. Sonunda öbür mahalleden Gülnaz kızla birbirini görüp beğenen gençlere söz kesildi. Kısa sürede nişan da oldu. Sıra geldi düğüne. Hazırlıklar hızla yapılıyor çeyiz düzülüyordu.

İki sokak öteden, biraz da tanıdıktan sayılan Sefa teyzenin gelini Naime rahatsızmış, yapılacak birkaç iğnesi varmış. Akşam eve gelen Mehmet’e anası “yarın Sefa teyzelere bir uğrasan, gelini hastaymış, yapılacak iğnesi varmış” dedi. Ertesi sabah Mehmet Sefa teyzenin kapısını çaldı. Kapıyı açan Sefa teyze “bak hele Salih arkadaşın da şimdi gitti, neyse sen gel hele, gelin uyanmıştır” deyip gelinin kapısını tıklattı. Gelin kapı aralığından üzerinde şeffaf bir gecelikle göründü. Sefa Teyze “tez hazırlan İnneci Mamed’i bekletme” diye hızla kapıyı kapattı.

Az sonra önden Sefa teyze ardından Mehmet odaya girdi. Yer yatağına uzanmış olan Naime genç ve güzel bir kadındı. Üstünde az önceki gecelik vardı. Sefa teyze tövbeler çekiyor Mehmet “biraz daha dönüp kalçanızı açın” derken, Naime “uuuyyy” diye cilveyle kalçasını kıvırıyordu.

Mehmet “yarın yine bu saatte gelirim” deyince Naime “bu saat pek uygun olmuyor. Yarın öğlene doğru gelsen daha uyun olur” diye isteğini bildirdi.

Ertesi gün Mehmet’e kapıyı Naime açtı. Saçı taralı, dudağı boyalı, derin dekolteli giysisi memelerini olduğu gibi gösteriyordu.

Çok işveli bir havası vardı. Mehmet’in koluna girme gibi hamleler yapıyordu. Odaya vardıklarında yer yatağı açık ve çok düzgün bir şekilde hazırlanmıştı. Naime’nin niyeti açıktı ve belliydi. Hızla soyunup yatağa uzandı “kaynanam pazara gitti. Akşama ancak gelir. Hadi sende…” diye yakasından tuttuğu Mehmet’i yatağa çekiyordu.

Minarede Hasan Ali ikindi ezanını okuyor Naime yatakta “yarın yine gelirsin. İğneleri çöpe atarım. İyileşmedim diye yine iğne yazdırırım” diye işveyle, cilveyle kıvanırken Mehmet hızla giyinip oradan uzaklaşmak istiyor, derin bir pişmanlık yaşıyordu.

Ertesi gün, daha sonraki dört beş gün o kapının önünden bile geçmedi. Ancak Sefa teyzeyle oğlu Salih birlikte gelip, kapıya dayanmış “bizi el yerine koyma Mehmet ağam, biz hısım akraba sayılırız. Sen varken biz kimin kapısına varalım? Emeğinin hakkını da veririz” diyorlardı. Mehmet “bu ara çok yoğunum, başımı kaşıyacak vaktim bile yok, sadece iğne olsa…daha neler neler var…sonda mı dersin, sargı mı dersin…gene bir çaresine bakarız da, şimdiden saat söyleyemem” diye geçiştirmeye çalıştı. Gelenler ayrılınca da anasına:

“Ana sen Sefa teyzeyle açık açık konuş. İğne için para pul istemem ama ben o eve girdiğimde Sefa teyzenin ben evden çıkana kadar yanımda olmasını isterim.”

Anası durumu kavramış, oğlu için kaygılanmaya başlamıştı. Oğluna; “hele yarın da gitme. Ben önce Sefa teyzemle bir konuşayım, sonra bir çaresine bakarız” dedi.

Üçüncü gün kapıyı Sefa teyze açtı, Mehmet’i hiç yalnız bırakmadı. Ertesi gün, sonraki gün hep aynı şekilde kapıyı Sefa teyze açtı, sonra kapıdan Sefa teyze uğurladı. İğne yapılırken Naima sadece Mehmet’in duyacağı şekilde “sen nasıl erkeksin” diye fısıldıyordu.

Mehmet’in anasının kulağına kar suyu kaçmış, başına bir şey gelmeden oğlu evlensin, yuvasını kursun istiyordu.

Naime’nin nazı, hastalığı bitmek bilmiyordu. Yeni iğneler yazıdırmıştı. Bu defa sadece iğne vurulmayla iş bitmeyecekti. Günler geceler boyu hep planlar kuruyordu. Kocası Salih işten çıkıp evine gelen biri olsa neyse. Adam her akşam bara pavyona gidiyor, sabaha karşı ölü gibi geliyor, sabah yarı baygın işe gidiyordu. Böyle evlilik mi olurdu?

Mehmet kapıyı çaldı, tak tak. Az sonra kapı yarı açıldı, görünen kimse yoktu. Mehmet içeri doğru hafif bir hamle yapınca, bir el bileğinden tutup onu içeri çekti, kapı hızla taaak…diye hemen kapandı. Naime’nin tuzağı tam işlemişti.

Mehmet “Sefa teyze nerede” diye sorunca “kaynanam bugün de yarın da sonraki gün de yok. Ben hep yalnız olacağım. Sen de hele bir gelme… bak o zaman n’olacağını tam görürsün” diye kolundan tuttuğu Mehmet’i odasına adeta sürükledi. Yatak yine açık ve hazırdı. Önce Mehmet’i soydu ve yatağa itti… Her ikisi de ter içinde kalmıştı. Mehmet toparlanıp giderken “konu komşu, bu ne zor iğneymiş ki, yapılması kaç saat sürüyor diye düşünecek, inşallah başımıza bir iş gelmese” diye mırıldanıyordu.

Mehmet dışarı çıktığında sağına soluna “acaba bir gören var mıdır” diye kuşkuyla bakındı, sonra cami yönünde hızla yürümeye başladı. Kahvehaneleri geçince derin bir nefes aldı. Heyecandan elindeki çantanın bile farkında değildi. Yolunun üstündeki kastelde bir güzel elini yüzünü yıkadı, oturup biraz dinlendi. “Sonuçta ben de sağlıklı bir erkek adamım. Böyle baştan çıkarıcı bir kadına karşı ne kadar karşı koyarım ki” diye kendi yüreğini biraz olsun soğutmaya çalıştı. “Tamam da bunun sonrası da var, o nasıl olacak” sorusu da beynini kemiriyordu.

İkinci üçüncü günler çok heyecanlı ve korkulu geçse de yavaş yavaş sanki olağan bir durum haline gelmiş, korku iyice azalmıştı. Anası düğün öncesi ev tutmak için bakınıyor uygun bir ev bulmaya çalışıyordu ama ev bulmak çok zordu. Kulağına çalınan habere göre Sefa teyzenin bir altı, Koyuncu Sokağında yeni yapılan ev boşalacakmış. Hemen gidip sorguladı, evin sahibini buldu, “ben beğendim, bu evi şimdiden tuttum, ama bir de gelinle anası görsün” diye cebinden parayı çıkarıp pey olarak vermek isteyince ev sahibi “olmaz bacım, paranı cebine koy, bizim sözümüz sözdür” dedi.

O gün akşama varmadan ev tutuldu. Düğün süreci hızlandı ancak Mehmet’in yüreğindeki çarpıntı bitmek bilmiyordu. Artık iğne de bahane değildi. Naime kapının üstüne o işareti asmışsa, bu ertesi gün Mehmet’i beklediğinin işaretiydi. Son buluşmada “bu son olsun, ev de tutuldu, yakında düğün de olur” demesiyle Naime sapsarı kesildi “olmaz, olmaz” diye bağırmaya başlayınca Mehmet duyulmasın diye ağzını zor kapattı.

Sonrasında işareti ne kadar görse de o kapıdan bir daha girmemeye karar vermişti. Mehmet öyle de yaptı. Ama bazı şeyler ayağa düşmüştü ve çok geçti. Mehmet’in anası da her şeyin farkında “aman kız tarafı duymasın” diye çırpınıp duruyordu.

Naime birkaç kez yolunu kesmek istese de Mehmet savuşup gitmişti. En son cami önündeki küçük meydanlıkta Mehmet’in yakasına yapışmış “seni öldürürüm” diye çılgın gibi bağırmıştı.

Olay Salih’in de kulağına ulaşmış, önce inanmak istemese de çok uzun zamandır boynuzlandığını anlamıştı. Evde Naime’ye hiçbir şey demiyor, eki havasını sürdürüyor, eşini sanki Mehmet baştan çıkarmış gibi ona diş biliyor, karısına hiçbir şey sezdirmiyordu.

Salih o sabah işe gitmeyeceğini, banyo yapıp mahalle camisinde Cuma namazına gideceğini söyledi. Temiz takım elbisesini giydi. Bir bahaneyle Naime’yi dışarı yollayıp yatak arasındaki silahını aldı ve sokağa çıktı.

Mehmet de o sabah anasının elini öptü tam çıkarken “kısmetse bugün nikah için belediyeye uğrayacağım. Nikah günü belli olmuş, askıya çıkmıştır” diye tekrar anasına sarıldı.

Sanki bir vedalaşma gibi çok yoğun bir duygusallık içindeydi. “Keşke biraz da erken kalkıp babamı da görseydim” diye geçirdi içinden. Sonra dışarı çıktı, yürürken birkaç kez dönüp, dönüp evlerine doğru baktı. Sonra da sağa dönen ve cami önünden geçen sokağa girip cami yönünde ilerlemeye başladı. Oysa her gün olduğu gibi bir sonraki sokaktan dönüp kahveler önü caddeden geçebilirdi. Tam cami önünde Salih omuzuna dokundu ve dokunanın yüzünü görünce irkildi ama panik yapmadı. Söze Salih girdi:

“Hele biraz gonuşak ağam” diye Memhet’i kolundan tutup kenara çekti. Mehmet:

“Konuşacak ne var ki Salih gardaşım” diyerek soğuk kanlı durmaya çalışsa da korkuyordu. Daha yirmi dördünü geçen gün bitirmişti, gençti. Salih ondan en fazla iki bilemedin üç yaş büyüktü. Çok bir gürültü patırtı olmadı. Salih Mehmet’in kolunu tutup aşağı doğru çekmeye başladı. Mehmet tam elindeki sıhhıye çantası ile kendini korumaya çalışırken ard arda üç el silah sesi duyuldu. Mehmet’in başı çantasının üstünde, boynundan kanlar fışkırıyordu. Olay yerine ilk ulaşan Naime dizlerinin üstüne çökmüş, Mehmet’in üstüne kapanmış “karnımdaki çocuğun babasına nasıl kıydın” diye feryat ediyordu. İki el silah sesi daha duyuldu. Naime de kanlar içinde kalmıştı.

Birkaç dakika içinde caminin önü mahşer meydanına döndü. Mehmet’in anasının dişi kilitlendi, onu da öldü sanıp cami duvarının yanına yatırdılar. Polisler, cankurtaranlar düdüklerini öttürüp duruyordu. Mehmet ölmüş, Naime ağır yaralı kurtulmuş ama bebeğini kaybetmişti.

Mehmet’in çeyizi duvarda, nikah günü ilamı belediye camında asılı kalmıştı.

Sefa teyze başsağlığı için geldiğinde “İnneci Mamedi de öz oğlum gibi severdim. O fettan gelinim ne yılanmış…Onun yüzünden bir oğlum toprak altında, öteki desen dam altında çürür. Gelinim olacak o ..pu kadın inşallah sokaklarda sürünerek, sarhoşlar elinde ölsün” diye eliyle vura vura göğsünü parçaladı.

Geriye “İnneci Mamed vurulmuş” diye, efsaneye dönüşen bir öykü kalmıştı.