Şehrin ışıkları sabahın kör saatinde güneşten daha insaflı aydınlatıyordu sokakları. Bütün gece yağmur yağmıştı. Su birikintilerine girmeden, kedilerin kuyruğuna basmadan ilerlemeye çalışan Figen, her sabah olduğu gibi hızlı adımlarla yürüyordu. Süslü evlerle, temizlenecek farklı köşelerle, usulen kendine gülümseyip “kolay gelsin” diyen şık giyimli erkeklerle, talimatları art arda sıralayıp evden koşarcasına çıkan şehirli kadınlarla, toplanacak oyuncaklarla, kirli çamaşırlarla, tozlu raflarla çevrelenen hayatının bir gününe daha yetişmeye çalışıyordu.

“Gündelikçi Figen” di o. Ne zaman ve nasıl olmuştu, hangi lafın arasında bu ismi almıştı, kendisi de bilmiyordu. Yorgun parmakları her gece sızlıyordu. Deterjan kokusu yerleşmişti burnuna. Sinsice yerleşen bir ağrı vardı bacaklarında. Sabahları açılmak istemeyen göz kapakları yaşamının tüm ağırlığını taşıyordu sanki. 48 yaşında ömrünü tüketmiş gibiydi.

Mutsuz uyandığı bu sabah da “Her şeyin başı sağlık.” deyip çıktı kapıdan. Biraz umutlu biraz şükürlü.

Figen aslında seviyordu işini. Gittiği evleri, kendi evini temizler gibi özen göstererek temizlerdi. Gider gitmez çamaşır suyunun iz bıraktığı bluzu ve bol pantolonunu giyer, yaşına inat pire gibi hızlı hareket eder, işlerini vakitlice bitirmeye çalışırdı. Yemek yemeyi unutur, dinlenmek aklına bile gelmezdi. Para için çalışıyordu herkes gibi. Oğlunun ihtiyaçlarını karşılamak, kocasının ödemediği her şeyi ödemek ve daha bir sürü şey için yorulmadan, bıkmadan, şikâyet etmeden, durmaksızın siliyor, süpürüyordu… Geçmişini siler gibi, geleceğe yer açar gibi inatla, hırsla…

Bugün Ayşe Hanımların günüydü. Bu evin salonu hiç gitmediği ama televizyonda gördüğü kütüphanelere benziyordu. Her köşe başını bir kitap tutmuştu. Rafların tozunu alırken dikkatini çeken her kitabı eline alır, sağına soluna bakar, kapağın üzerinde parmaklarını gezdirir, bazen baştan bazen ortadan birkaç sayfasını okurdu. Sonuna bakmazdı özellikle. Bir gün hepsini okurdu belki…

Sarı beziyle kitaplığın üçüncü rafının tozunu alırken yerinden çıkmış isyankâr bir kitap ilişti gözüne. Gülümseyerek aldı eline. Kapağına baktı dikkatlice. Kırmızı saçlı bir kadın, cinsiyeti belirsiz ama tahminen beş altı yaşlarında bir çocuğun elini tutmuştu. Arkaları dönük, aydınlık bir yolda yürüyorlardı. Yaşadıkları her ne varsa, geride bırakarak uzaklaşıyorlardı. Geceden gündüze, karanlıktan ışığa doğru…

Figen kendisi gibi az konuşan oğlunu düşündü. Onlar da böyle el ele, umutla yürüyebilselerdi keşke... Geçmişi geride bırakarak hatta yok sayarak oğlunun elinden tutup yola çıksa ne olurdu? Belki başka şehre, daha güzel bir mahalleye, sevilecekleri, değer görecekleri, mutlu olacakları bir yere, bilinmeyen geleceğe gidebilseler her şey daha iyi olabilir miydi? Figen’in zihninde bu sorular asi bir nehir gibi coşarken birden ürperdi. Kitap kapağındaki kırmızı saçlı kadın ete kemiğe bürünüp omzuna dokunmuştu sanki bir an.

Telaşlı ve meraklı elleriyle, hatta biraz da korkarak kitabın ortasından bir sayfayı açıp ilk cümleyi okudu:

“İnancını yitirmek yaşayan bir ölüye dönüşmektir. Yarını düşlememek inancını yitirmektir.”

Bunlar nasıl cümlelerdi? Şimdi de kadın dile gelmiş onunla konuşuyor muydu yoksa?

Kırık dökük hayatı, izleyip beğenmediği bir filmin kareleri gibi canlandı gözünde.

Atatürk’ün “Benim kentimdir” dediği bu şehir, martı sesleriyle ona huzur veriyordu zaman zaman. Sahilde arkadaşlarıyla çay içtiği saatlerde temizlikçi olduğunu unutuyor, pembe bir hayata karışıyordu. Sevdiği ve sevildiği bir hayata… Yıllar önce büyük umutlarla ve hayallerle ikinci eşinin koluna girerek gelmişti bu kente. Oğlunu kucaklamıştı tek odalı evinde. İlk birkaç yıl güzeldi. Sonraları kocası uyku saatlerini uzatmaya, her şeye geç kalmaya başladı. Ödenmeyen faturalar, daha sık ziyarete gelen ev sahibi, bir anda kesilen elektrik, oğlunun ısınamayan küçük elleri, günlerini gece gibi kuşatıyordu yavaş yavaş…

Figen mücadele etmeyi ve vazgeçmemeyi öğrenmişti köyde. İlk eşinin canını yakmasına da dayanmıştı uzun süre. Sessizlik yemini etmişçesine susmuştu. Kocası onu evden atmasa pes etmez, sonuna kadar direnirdi yine de. Babasının evine birkaç kırık diş, renk değiştiren göz çukuru, kucak dolusu hayal kırıklığıyla geldiğinde yirmi yaşını yeni doldurmuştu. O zaman bile hayattan umudunu kesmemiş, gelecek heyecanını yitirmemişti. İkinci eşiyle yaşadığı zorluklarda da pes etmeye hiç niyeti yoktu. Ona göre çıkmaz sokakların bile çıktığı görünmeyen patikalar vardı. Ama yürüyecek gücü kalmış mıydı, emin değildi.

Figen bacaklarındaki dermansızlıkla yanında duran koltuğa bıraktı kendini. Soluk alışverişi yavaşladı. Kelimeler, cümleler, kitaplar, kadın, çocuk, kocası, ev sahibi, ailesi, faturalar, oyuncaklar, sarı bez, süpürge bir bulut olmuş ve üstüne iri taneler halinde yağıyordu.

Ağlıyordu Figen, neye ağladığını bilmeden…Kendisine çok uzun gelen dakikalardan sonra yavaş yavaş kalktı koltuktan; gözleri nemli, burnu kırmızı, adımları çekingen yürüdü kapıya doğru. Şimdi çıkmalıydı; şu an, evet şu an karar vermeliydi. Yarını, sonraki günleri, haftaları, ayları planlamalı, kim ne der diye düşünmeden istediği gibi yaşamalı, kırmızı saçlı kadın gibi çocuğuyla geleceğe doğru yürümeliydi. Allah sağlık versindi yeter ki. Oğlunun yumuşak yüzü, sakin bakışları canlandı gözünde. Sevgiyle gülümsedi ve güçlü hissetti kendini birden. Çamaşır suyu kokan elini, az önce tozunu aldığı sokak kapısının koluna uzattı; inançla ve umutla çıktı eski hayatından…