Adım Leyla. Babamın halasının adı. Babam halasını öyle çok seviyormuş ki kadıncağız ben doğduktan üç gün sonra ölünce onun ismini koymuş büyük bir hevesle. Ne var ki kendince halasını ölümsüz kılan bu karar annemin yüzünü düşürmüş; bir ara itiraz edecek olmuş, “Halan erken öldü. Genç ölen insanın ismi konmaz, ömrünü kısaltacaksın kızımın!” diye de söylenmiş. Başka bir isim varmış aklında ve bu inanca sarılırsa babamı ikna edeceğini düşünmüş. Oysaki kadınların pasif direnişleri faydasızdır ataerkil toplumlarda. Bir ağustos gecesi Ege’nin kuru sıcağında buzdolabının içine girmek isterken erken doğum sancısıyla doğumhaneye giren annemin isim hakkı elinden alınmış. Bana da yaz tatiline denk geldiği için arkadaşlarım tarafından istikrarla unutulan doğum günleri ve ölü halanın adını taşımak kalmış.  

Adım Leyla diye Mecnun hayali zihnimi meşgul etti uzun süre. Sevdiğim ya da öyle sandığım her erkeği filmdeki çöllere düşen, saçı sakalı birbirine karışmış, gözü görmeyen, muhtemelen kötü kokan Kadir İnanır’ın yerine koyuyor, ona beni arayan Mecnun kimliğini yüklüyordum. İlişkinin sonlarına doğru büyümüş de küçülmüş bu dünyada Fatma Girik kederiyle çıkıyordum karşısına. Neymiş, benden ötesini arıyormuş artık, ben bir bedenden ibaretmişim falan. Bu sahne edebiyat öğretmenimin beşerî aşktan ilahi aşka gidiş yolunu anlattığı dersi doğrulamıyor mu? Fuzuli’ye selam olsun…

Yalancı Mecnun’ um tasavvuftan oldukça uzak, “Sorun sende değil bende. Sen daha iyilerine layıksın. Bir gün bana teşekkür edeceksin.” gibi ezbere cümlelerle tozu dumana katarak gidiyordu. Buyurun bu da modern filmlerden fırlayan vazgeçmeli sözler. Soğuk, derinliksiz…Başımı kaldırdığımda vardığım tek soru, “Her aşk, her ayrılık birbirine benzer mi?”

Saçlarım da kalbim gibi dağınık, çökmüş omuzlarla sokağın başına geldiğimde kurabiye kokusunu takip ederek yürüdüm baba ocağına doğru. Annemin göz kararı yaptığı, ağızda dağılan kurabiyeler dumanı üstünde derdime el yordamı derman olur umudunu taşıyordum. Hepsinin üstüne cevizleri tek tek yerleştirirken annemin dudaklarını büzüp kaşlarını kaldırışını hayal ettim. Kaynağı belirsiz bir huzur kapladı içimi. Dışarıdan duyulmadığı için çalışıp çalışmadığına şüpheyle bakılan kerameti kendinden menkul zile basıp bekledim. Annemin hızlı olmaya çalışan kısa ve yaşlı adımlarını görür gibiydim.

 “Hoş geldin kızım. Tam zamanında geldin. Ben de kurabiye tepsisini şimdi fırından çıkardım. En sevdiğinden.”

Evet tam zamanında yine terk edildim anne. Kaç tane yersem geçer?

“Hoş bulduk Selma Sultan.”

Ayakkabılarımı çıkarırken girişteki yosun bağlamış erkek terliklerine takıldı gözlerim. Yerli yerindeydi. Milim oynamazdı. Dolaptan kırmızı terliklerimi bulup giydim. Annemin peşinden mutfağa girdim.

“Eee nasılsın bakalım güzel gözlüm? Hemen çay demleyeyim, şöyle karşılıklı sohbet edelim.”

Kuş uçmaz kervan geçmez çöllerde kaybolan taze acılarım var işte. Sende ne var ne yok anne?

“İyiyim Selma Sultan. Çayı ben demlerim. Babam uyuyor mu?

“Amaaan biliyorsun, bir sürü ilaç içiyor. Geç yatıp geç kalkıyor.

İlgili gibi görünmeye çalışırken şöyle bir süzdüm onu. Çocukken parmaklarımı doladığım siyah saçları iyice beyazlamıştı. Ona hiç boyat demedim, onun da aklına mı gelmedi nedir? Kilo almıştı, göbek bölgesinde kaçak kat vardı, hareketleri yavaşlamıştı. Evden mecburi hallerde çıktığını, arkadaşlarıyla nadiren görüştüğünü biliyordum. Camla örülü balkonda babamla bir fanusun içindeymiş gibi saatlerce oturuyor; sonra kimin eli kimin cebinde belli olmayan insanların, terk edilen adamlar ve aldatılan kadınların bağırıp ağladığı, beddualar ettiği yabancı hayatları izliyordu. Bu programlarda fönlü saçı ve özenli makyajıyla yanlış bir tabloda gibi duran sunucu arayı bulmaya çalışıyor, bazen azarlıyor, birilerine kızıyor, sonunda yanda bekleyen müzik grubu durumla hiç ilgisi olmayan eğlenceli bir şarkı söylüyordu. Şimdi fark ediyorum da annemle beraber bayağı takip etmişim bunları. Sanırım bir önceki terk edilme vakitleriydi. Yaramı kurabiyelerle sararken beş kilo alıp gitmiştim.

Çay için suyun kaynamasını beklerken bu eski çaydanlığı neden hala atmadığını, anneler gününde aldığım yeni çaydanlığı niye kullanmamakta ısrar ettiğini bilmiyordum ya da biliyordum. Yenileri saklama huyu var. Mesela yeni alınan ayakkabı hemen giyilmez, kenarda bekletilir. Zamanı vardır, eskitilmez öyle. Mesela kalp kırıklığını da hemen kullanma, bir dolapta dursun öylece. Sabret, vakti gelince çıkarırsın ortaya. Halbuki bu evde dolaplar doldu taştı, kimse farkında değil.

Tepsiden gözüme kestirdiğim büyük bir kurabiyeyi alıp tümünü ağzıma tıkıştırıyorum.

“Boğulacaksın Leyla. Yavaş ye kızım. Kaçıran mı var?”

“Biliyorsun ben her şeyi hızlı yerim.”

“Bilmez miyim, hızlı yiyorsun hızlı yaşıyorsun. Bu yüzden çabuk tüketiyorsun her şeyi.”

Annemin psikolojik çözümlemesi hep mi nokta atışı olur?

“Seninkiyle ayrıldınız galiba. Yani artık seninki değil.”

İşte beklediğim sözler. “Bu kadar ay sonra hele de bu saatte gelmezdin yoksa.” cümlesinin üstü kapalı söylenmiş hali. Durumum hem bir ritüel hem de umutsuz galiba.

“Evet Selma Sultan, konuşup ayrıldık.”

Ne güzel yalan söylüyorum bazen. Konuşmadık, o sessizce bırakıp gitti anne. Biliyorum ben vazgeçmeliydim ama cesaret edemediğim için onun gitmesi için her şeyi yaptım.

“Evlenmeden boşanmayı başaran kaç kişi kaldık şurada? Leyla hala gibi genç ölme umudum var Selma Sultan.”

Bu cümleleri sesli söylemiş olmalıyım ki kadıncağız masaya yerleştirmek için elinde tuttuğu tabaklarla donup kaldı.

“O ne biçim laf, delinin zoruna bak. Allah korusun.” 

“Selma Sultan şaka yaptım. Herkes babam ve senin kadar şanslı olmuyor.”

Bunu niye söyledim, fütursuzluk mu var ruhumda?

Annem bakışlarını kaçırdı, yüzü o çok iyi bildiğim karanlığa gömüldü, çocukluğumda diktiği tül perde havalanıp örttü üstümüzü. O kısacık an kırılıp döküldü, bin parçaya bölündü, bilinmeyen bir güç tarafından masamıza servis edildi.

Geç kalmış pişmanlığım boğazımı sıkıyordu. Hem hızlı olmayı hem de geç kalmayı nasıl başarıyorum hâlâ bilmiyorum.

Annem tabakların yanına anneannemden yadigâr çay bardaklarını koydu, kurabiyeleri servis tabağına yerleştirdi ve usulca oturdu. Ben de çayları doldurup çöktüm sandalyeye. Ses çıkarmamaya çalışıyordum. Bedenim fazla gelmişti mutfağa.

Kendimi bulduğum yerde bırakmalı ya da ilk durakta inmeli miyim? İyi şeylerin olmasını beklemek mi zor, yola devam etmek mi? İkisinin ortasını öğretmedin ki bana. Bu evde bana öğrettiğin hiçbir şey dışarıda işime yaramadı ki zaten. Yanlış yere konulan bağlaç gibiyim. Hiçbir şeyi birbirine bağlayamıyorum.

Leyla halanın lanetli kırk yaşına yaklaşıyorum. Yaşasın. Hadi bir umut. Halbuki bu uğursuz isim benden sekip abime ulaştı. Kaderin adresini şaşırması mı, benim her şeyi reddedişim mi, onun ılımlı kabullenişi mi?  Her ne haltsa, sebep neyse ne, oldu bitti. Bu dolapları boşalt artık. Ne varsa kullan ve eskit. Neyi, neden bekliyorsun? O terlikleri de kaldır oradan. Hiç gelmeyecek, dönmeyecek. Kurabiye yapmayı da bırak. Abim hiç sevmezdi bu kurabiyeleri. Seni kırmamak için söylemezdi. Sadece üstündeki cevizleri yerdi, geri kalanını da bana verirdi. Ben de tıkıştırırdım ağzıma burnuma hızlı hızlı, sen görme diye.

Abimin yıllar önce bir ayağını tamir ettiği masada hiçbir şey konuşmadan ne kadar oturduk ya da kaç kurabiye yedim, farkında değildim. Ağzımda gevelediğim sessizliği çıkarmalıydım.

“Eline sağlık Selma Sultan. Kurabiyeler efsane olmuş.”

“Afiyet olsun. Eskisi gibi tutturamıyorum. Ellerim uyuşuyor. Abin de ne severdi. Hele üstündeki cevizleri…Gidip baktın mı son zamanlarda? İhmal etme yavrum. Bahar geldi, adamlara para ver de temizlesinler, çiçek eksinler, sulasınlar.”

“Tamam bakarım, merak etme. Yalnız ben babamı bekleyemeyeceğim.”  Konuşurken toparlanmaya başlamıştım. Masadan bu ani kalkışlar hep işe yarar, şaşkınlık hüznü dağıtır.

“Kalmayacak mısın?”

“Halletmem gereken işlerim var Selma Sultan. Gelirim yine.”

Belki bu kez terk edilmeden hemen önce.

Tam çıkmak için hazırlanırken durup annemin gözlerinin içine baktım.

Zamanın ilerlemediği bu evde ne çok dolap var ve hepsi açıldığında birilerinin üzerine yıkılacak kadar dolu. Gel birlikte açalım anne, ne olacaksa olsun.

“Ne oldu kızım?

“Zil dışarıdan duyulmuyor, yöneticiye söyle de baktırsın.”

“Aaa yine mi bozuldu o?”

Bu evrendeki her şey gibi. Senin kurabiyelerin dışındaki her şey gibi…

EMEL ZEHRA TUNÇİNAN