Ölümden genellikle 2-3 saat sonra sertleşme başlar ve ölüm katılığı denen bu değişim 30 saat sonra tüm vücutta meydana gelir. Kokuşmanın başlamasıyla 48-72 saat sonra bu sertlik çözülür.      
Zeliha teyze öleli yaklaşık 18 saat olmuştu. Yıkanmış paklanmış, sözde temizlenmiş, adına kefen denilen, çamaşır suyuna batırılmış gibi görünen lekesiz örtüyle kundaklanmış ve toprakla buluşmaya hazır hale getirilmişti. Kaba bir hesapla ölüm katılığı denen sertleşme tüm vücuduna yayılmamıştı henüz.
Yeni ölen bir kişi saatte 1 derece soğuyarak 24 saat sonra bulunduğu yerin sıcaklığıyla aynı dereceyi bulur. Zeliha teyzenin yaşlı vücudu, mezarlığın misafirhanesi gibi görünen sevimsiz morgun sıfırın altındaki sıcaklığında belki de sadece soğumuştu şimdilik.
Ölümden sonra yerçekimi etkisiyle damarlardaki kan, cesedin alt kısımlarında toplanır ve koyu, mor renkte ölü lekeleri meydana gelir. Kızı, yıkama seremonisinde annesinin bedeninde ölü lekelerin olmadığını, pürüzsüz ve parlak bir teni olduğunu söylemişti gözleri nemli. Lekelerin olmaması ölmediğine bir işaret olabilir mi? Bu düşünce ürpertti beni. Bu kadar kişi toplandık, onu biraz sonra gömeceğiz. Ölmemiş olma ihtimalini kovdum aklımdan kimseye belli etmeden. Birkaç teselli edici kalıplaşmış söz döküldü dilimden:
“Çok iyi bir insandı. Allah çektirmedi. Şimdi rahat ve huzurlu uyuyacak…”
İnanmadan söylediğim, kendi sesime yabancılaşarak, beceriksizce sarf edilmiş bilindik laflar…
Hepsi yalandı. Zeliha teyze, oğulları hariç kimseyi sevmemiş, arzu ettiği gibi de sevilmemişti. Hayata öfkeli, insanlardan uzak, aksi bakışlı ve mutsuzluktan beslenen biriydi. Kızına kök söktürmüştü yaşamı boyunca. Ölmek istemiyordu her fani gibi. Belki de bu yüzden ya da sadece bir suçlu aradığı için ya da -bilinmez- gerçeği kabullenmek istemediği ve kadere karşı bir duruş sergilemek istediği için hasta olduğunda bile kızına çıkarmıştı faturayı.   
“Niye ben hastayım da sen hasta değilsin?” cümlesini eminim ki kafasında kurmuştu ama söyleyememişti. Eziyeti yarım kalmıştı, giderken muhtemelen buna üzülmüştü en çok.
Cenazede kolektif bir üzgün olma halimiz vardı. Zeliha teyze görse “Ben sizi bilmiyor muyum, dağılın sahtekârlar!” diyebilirdi. Bu düşünce de ürpertti.
Hoca anlamını bilmediğimiz sözcüklerle kurulu duaları, ezberlediği bir ses tonuyla huşu içinde okurken yüzümüz asık, ruhumuz kararmış gibi duruyorduk. Sonunda biz de mır mır eşlik ettik ona mecburen.
Defin işlemi sırasında, gözlerine üzgün insanların yorgunluğu çökmüş olan oğlu attı ilk toprağı kürekle. Zeliha teyze hastayken sayıklamıştı gece gündüz onun ismini. Tuvalete götüren, kusmuğunu temizleyen kızı olduğu halde, o oğlunu istiyordu hep. Bu da bir çeşit ihanetti bana göre. Hatta nankörlüğün dibiydi. Duasını esirgiyordu evladından. Haftada bir lütfedip uğrayan oğluna kızını şikâyet ediyor, aç kaldığını söylüyordu. İki kardeş birbirlerine bakıyorlar, iç çekip konuyu değiştirmek için kelime oyunu yapmaya çalışıyor, kötüye giden ekonomiden, havanın sıcaklığından, çocukların umutsuz geleceğinden bahsediyorlardı. Ama nafile…
 Zeliha teyze öfkeliydi. Sadece bugüne değil, değiştiremediği geçmişe… Karadeniz’in keskin iklimine, sert ailesine, sevilmeyen çocuk haline, katı kurallara bulanmış gençliğine, iş bilmez ölü eşine, kendisinden güzel olan kardeşlerine, gereksiz bulduğu Batılı komşularına, hizmetçi gibi gördüğü kızına, sıcaklık duyamadığı torunlarına, erkenden gidip kendine acı veren büyük oğluna, zaman zaman sarsılan inancıyla tanrıya… Her şeye, herkese kızgındı… Şimdi de bu hastalık çıkmıştı başına. Uzun boylu bir kadınken kısalmış, göz çukurları belirginleşmiş, saçları yer yer dökülmüş, ince dudaklarından kan çekilmişti. Yediğini içinde tutamıyor, uzun süre oturamıyor, deliksiz uyuyamıyor, dışarı çıkamıyor, kemikleri ağrıdığı için rahat yürüyemiyordu. Çok yorgun hissediyordu. Ölemeyecek kadar yorgun…
Çevre kalabalık olsa da yalnız ölür insan.
Belirsiz, eşliksiz, tek başına çıkılan,
Dönüş bileti olmayan bir yolculuktur ölüm.
Ölü vücut toprakla örtülmüştü sonunda. 15-20 metre ötede, az önce biten ölüm merasiminden koşup gelen, eski püskü giyimli, mezarlığın müdavimi gibi davranan, küçüklü büyüklü çocuklar, ellerinde ibriklerle topraktan oluşan tümseğe yaklaşıp su dökmeye başladılar. Bahşiş almayı amaçlayan bir davranıştı bu. Biz görevimizi yapmanın yalancı bir rahatlığıyla uzaklaşıyorduk o sırada. Dönüp son bir bakış attım son ana kadar oradan çıkma ihtimalini göz ardı edemediğim huysuz ve huzursuz Zeliha teyzeye. Ne yalan söyleyeyim çıkıp bizi azarlar mı, diye korktuğum anlar oldu. Bu düşünce daha da ürpertti…
- Seni özleyecek miyiz Zeliha teyze?
- Sanmıyorum.
- Ama ölüm kötü müdür?
- Mutlaka. Çünkü her bitiş, her gidiş, her veda bir kayıp... Geride bırakmak büyük acı... Eksilten, yoksun bırakan, karşı çıkılamayan bir son... Fakat bir sonuç varsa giriş ve gelişmeyi sağlam tutmak gerek. Tohumları iyi atmalı, özenle sulamalı, büyürken sevgi vermeli, budamalı, gölgesinde nefes almalı, hesapsızca kucaklamalı, çiçek açtığında gülümsemeli, dallar uzadığında destek olmalı; olmalı ki yoksun kaldığında bile meyve verebilsin…