O sözü hep tekrarlarım ve adeta şiar edinmişimdir. ‘’Davet edildiğin yere erinme, davet edilmediğin yere yerinme!’’ Başkaları da şöyle der: ‘’Teklifsiz giden mindersiz oturur!’’
O kalbi davet aldığımda tebessüm ediyordum. Öyle ya, birkaç yılda bir gittiğim doğduğum beldede sevenlerim beni evine davet ettiğinde gitmemezlik olur muydu hiç! Zira icabet etmezsen belki de muhatabın içinden şöyle diyebilir: ‘’Amma da burnu büyümüş! Hep dağlara bakıyor!’’
‘’Bu akşam davetlimsin’’ diyordu Naci.
‘’Tamam’’ diyordum, ‘’bir hoş sohbete kapı aralar!’’
Davetleri çok sevdiğimi belirtmeden geçemeyeceğim. O gün de akşam karanlığı çöktüğünde bir dost grubu ile yamaçtaki o eve gidiyorduk. Merdivenleri tırmandığımızda balkonumsu yerden naci o sempatik hali ile bizi karşılıyordu. Doğduğum beldeye yapmış olduğum seyahatin sondan bir önceki günüydü. Yani ertesi gün veda edecektim. Vedalar her zaman hüzünlü olur, doğrudur, hele de benim gibi duygusal bir insan için…
İçeri girdiğimizde farklı bir mekan ve dünya ile karşılaştığımı söylesem gülmezsiniz değil mi! Benimki geçmişe yolculuk ve bir önceki dünyam ile şimdiki dünyamı mukayese! Yani insan beyni işte böyledir. Sanırsınız ki zaman donmuş ve çocukluğunuzdaki o manzara, o ev düzeni hala yerli yerinde duruyor. Sanki ‘’zaman akmamış, saatler durmuş bugün!’’ Halbuki köprülerin altından çok su akmış ve o eski düzen yerini yeni bir düzene bırakmış. Buna zamanı geriden takip etmek desek sanırım abartı olmaz. Bir tıbbi anı kitabında okumuştum. Yazar yıllar sonra doğduğu evi ziyaret temek için yola çıkıyor. Doğduğu evi yıkmışlar. Üzerine koca bir apartman kondurulmuş. Halbuki onun çocukluğunda burası tek katlı ve bahçeli bir evdi. Hayalinde donmuş ve öylce devam eden bir duygu dünyası bu…’’Hani kapımızın önünde eşinen tavuklar ve onların civcivleri? Şu komşumuzun evi de yerinde yok!’’ Böyle düşünüyor.
Neyse, biz gelelim davete…İçeri girdiğimde şaşırıyorum. Odalar gayet güzel koltuklarla döşenmiş. Oturmadan etrafı inceleyen bir adam görüntüsü verdiğimde Naci tebessüm ediyor…’’Hocam’’ diyor, ‘’şöyle otursana. Bizim fakirhane bu!’’
‘’Naci’’ diyorum, ‘’şehiri köye taşımışsın! Bu ne güzel bir ev. Şu kartonpiyerlere, şu avizelere baksana! Maşallah, güle güle otur! Mutfağa da bir bakabilir miyim!’’ İçimden de şöyle diyorum: ‘’Sanki belgesel çekmeye mi geldin mübarek!’’
‘’Tamam’’ diyor ve mutfağa giriyoruz. Ağaç işlemeli mutfak ve de gizli ışıklandırma…Hayretle baktığımı görünce söze giriyor: ‘’Bunların hepsini kendim yaptım!’’
‘’Nasıl yani?’’
‘’Az çok ustalığım vardır. Kolay iş!’’
Ve ziyafetler geliyor… Masada ne yok ki! Dost sohbeti ilerliyor.
Naci anlatıyor…’’İşçi emeklisiyim. İstanbulda oturuyorum. Her yaz gelirim ve güzün dönerim. O kadar mutlu oluyorum ki bu dağlarda. Bir ATM aldım ve dağları dolaşıp mantar topluyorum!’’
O sırada yine telefonum çalıyor. Zaten benim telefonum her zaman hiç susmaz ki! Arayan Bursa’dan kalbi dostum Emrah…
‘’Hocam’’ diyor, ‘’geçen gün geldiğimde başın kalabalıktı, uzun uzun konuşamadık! Bir sesini duyayım dedim. Evdesindir bu saatte sanırım!’’
Gülüyorum…’’Emrah’’ diyorum, ‘’yüksek rakımlı tepelerdeyim. Kısa bir seyahate çıktım.Yarın dönüyorum!’’ Ve beldemin adını veriyorum..Şaşırıyor…
‘’Arabanla mı gittin?’’
‘’Hayır, uçakla.. Yarın Serhatşehir’den uçağım saat dörtte kalkıyor ve İstanbul Havaalanı’na uçuyorum!’’
‘’Yaa! Oradan Yalova’ya nasıl gideceksin?’’
‘’İstanbul Konfor ile!’’
O anda sesi titriyor…’’Hayır’’ diyor, ‘’yarın ben zamanlamasını yapıp Bursa’dan hareket edeceğim arabamla ve seni havaalanında bekleyeceğim! Uçağın tekerleri yere değdiğinde beni ara !’’
Duygulanıyorum elbette… ‘’Zahmet vermeyeyim!’’
Emrah titreyen sei ile hitap ediyor…’’Hayır hocam’’ diyor, ‘’ben gelip alacağım. Nokta!’’
İçimden de şöyle diyorum…’’Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş!’’ Demek ki gönül kazanmak işte bu!