Dayımın eşi üç çocuğunu geride bırakıp genç yaşta ölmüştü. Dayım daha altıncı aya varmadan yeniden ve hem de çok şaşaalı bir düğünle evlendi. Bu evliliği onaylamayan nenem düğün öncesinden ‘bu evde oturtmam seni’ diye dayımın eşyalarını avluya (hayata) yığıp; biraz çukurca ve hem de daha küçük olan evdeki kendi eşyalarını dayımdan boşalan büyük eve taşıyıp, torunlarıyla birlikte yerleşti.
Dayım önce kirada oturdu, sonra işyerinin üstüne yaptırdığı yeni evine yerleşti. Dayımın oğlu ve iki kızına hep anamla nenem bakıp büyüttü. En küçük kızı anam almıştı ve bize kardeş yapmıştı ama ayrılık hissedilmesin diye de dikkat ediliyordu.
Ara yani on beş tatilde işe gitmediğim bir pazar günü sabah erkenden neneme gittim. Sabahları onun sıcak tırnaklı ekmekle yaptığı peynir dürümünü çok özlemiştim.
İştahla dürümü yerken yandaki dolaptan meleyen bir mâcik sesi geldi. Çok şaşırmıştım. Nenen: “Bu da yeni öksüz… öbürlerine baktığım gibi buna da bakarım” deyip, ayakta zor duran yeni doğmuş kuzuyu dolaptan çıkarıp kucağına aldı. Kocaman memesini çıkarıp kuzunun ağzına verdi. Kuzucuk süt olmayan memeyi somurup duruyordu. Nenem: ”Hele az dur ben şimdi seni doyururum“ diye kuzuyu yere bıraktı. Kuzucuk tıpkı bir bebek gibi altı bağlanıp, bezlenmişti. Nenem bana: “Al şu tası koşarak, alt sokağın başındaki davarcı Fatma’dan süt al gel. Nenem parasını sonra verecekmiş de.”
Dökülmesin diye pür dikkat elimdeki tasla döndüğümde, dayımın üç öksüzü merakla nenemin kucağındaki kuzuya parmağı ile şekerli su yalatmasını seyrediyordu.
Nenem beni görünce: “O tası aha şuraya dökmeden koy” deyip, kuzucuğa da; “Öksüzüm bak senin de sütün geldi” dedi. O günden sonra büyüyüp çocuklara tos vurduğu günlerde bile kuzucuğun adı hep Öksüz olarak kaldı.
Öz anası onu doğurduktan sonra ret edip emzirmemiş. Nenem de ayağa bile kalkamayan bu yavruyu görünce acıyıp Davarcı Fatma’ya: “Bu yavrunun hali n’olacak” diye sorunca; “n’olacak bacım!.. Belki bir başkası emzirir diye bakar dururum ama umudum yok, ayak altında bugün yarın ezilip, ölür gider.” Deyince, nenem: “Onu bana ver. Başımda üç öksüz var bir de bu olur, hepsine de bakarım.” Deyip, kuzucuğu kucağına alıp eve gelmiş.
Nenemi ana belleyen Öksüz, nenem nereye, o peşinden oraya… Altı bebek gibi bağlanmış kuzuyu görenler şaşkın, nenem sakin; “bu da en küçük öksüzüm” deyip savuşuyormuş.
Şubat tatilinin hemen sonrasında ben oldukça uzak bir ilimize yatılı öğrenci olarak gönderildim. Okuldan yazdığım mektuplarda ‘Öksüz’e de selam’ diye yazıyordum.
Zamanla Öksüz, nenemi dayımın çocuklarından kıskanmaya, onlar neneme yaklaşınca da toslamaya başlamış, büyümüş, semirmiş ve dolaba sığmaz olmuş. Nenem de dedeme: “Bu toruna da hayatta, tam aha şuraya bir yer, bir yuva yap” demiş ama, Öksüz yerini yadırgayıp kıyametleri koparmış. Nenem de tıpkı bana, anama, babama ve dedeme bile yaptığı gibi parmağını sallayıp: “Otur oturduğun yerde, yoksa ben yapacağımı bilirim.” Diyormuş ve kuzucuk hemen dizlerinin üstüne çöküyormuş. Nenem arkasını dönünce de kızılca kıyameti koparıyormuş. Nenem: “Seni kim böyle şımarttı’ diye kapıyı açınca da; Öksüz nenemin boynuna atlayıp yüzünü gözünü öpüp yalamaya başlıyormuş, kimseleri de nenemin yanına yaklaştırmıyormuş.
Son mektubuma gelen cevapta; ‘Öksüz kocaman bir koç oldu. Nenenin yanına da kimseleri yaklaştırmıyor. Kesmeye, satmaya kimselerin gönlü razı değil’ diye yazmışlardı. Okulların kapanması da çok yakındı. Ailemi kardeşlerimi, dayımın çocuklarını, çok sevdiğim nenemi, dedemi özlemiştim ama en çok da çok merak etiğim Öksüz’ü çok özlemiştim.