Temmuz ayının ruhları okşayan o sıcağında arabamı ormanlık alanda durdurup iniyordum. Gök mavi, yer ise yeşil ve sarı...İçimden de şöyle diyordum: ''Nasıl olsa gölgeler uzamamış, doğduğum beldede bir programım yok ki aman geç kaldım diye telaşlanayım. Bugün arkamdan esen yelin rehberliğine bırakacağım kendimi.'' Ve hafifçe esen rüzgarın çam ağaçlarında oluşturduğu yankı ile adeta ruhumu dinlendiriyorum. Çam ağacına sırtımı dayayıp etrafı seyre dalıyorum. Çocukluğumdan beri bu ağaca ruhen bağlanmışım ve ondaki o çıra kokusunu içime çekerek rahatlıyorum. Zamandan kopmuşum adeta. Zaman tüneli beynimin kıvrımlarındaki anı depolarını harekete geçiriyor.

Evet, işte bu tepede bir Şubat ayında karşımızdan esen tipiye karşı yürüyorduk. O anda aklıma o sorular geliyor. Zamanı sorgulamaya başlıyorum birden...

Ben çocukkken bu ağaçlar yine böyle çıra kokuyor muydu? Ya bu yollar? Hayır hayır bu yollardan sadece kağnılar ilerlerdi ve ben de ''çarpık bacaklarıyla yardan bitme bir çocuk'' halimle bu toprak yoldan adımlarımı hızlandırarak doğduğum beldeye yürürdüm. ''Zaman'' diyordum, ''hani hatırlıyor musun o kış günü önden esen o tipide bir grup çocuk bu ağacın altına sığınmştık ve nefeslerimizle birbirimizi ısıtmaya çalışıyorduk!'' Zamanın birden yüzü asılıyor...''Fani adam nerden takıldın şu güzel Temmuz günü o tipiye! Biraz da iç açıcı konuşsana!'' Gözgöze geliyoruz zamanla... ''Bak'' diyorum, ''haklısın da insanın hafızasında genellikle olumsuz anılar canlanır öncelikle!'' Zaman omuzuma dokunuyor... ''Bak sana bir şey söyleyeyim, hani bir Haziran ayında elinizde karnelerle bir grup çocuk bu ağacın altında ekmek üzüm yiyordunuz ya! O güzel günü hatırlasana birader!'' Başımı kaldırıyorum... ''Haklısın zaman, bak şu ilerideki gözenin başına da oturup tere yemiştik. Haa bir de nilüferleri bir pipet gibi kullanıp o gözenin soğuk suyundan kana kana içmiştik!''

Aşağıdaki vadiden akan çayın çıkardığı yankı çok hoşuma gidiyor. ''Zaman'' diye soruyorum, ''ben çocukken de bu sular böyle şarıldayarak akıyor muydu? Bu çayda o zamanlar da çil çil alabalıklar yüzüyor muydu?'' Zaman gülüyor... ''Elbette'' diyor, ''ne çabuk unuttun o çaydan elinle balık tuttuğunu... Hatta derin kısımlarında yüzerdin!''

''Yani diyorsun ki daha deniz görmemiş çarpık bacaklı bir çocukken!'' Başıyla onaylıyor ''zaman.'' Ve arkasını dönüp gitmeye yeltenirken sesimi yükseltiyorum... ''Bak zaman'' diyorum, ''bir şey diyeceğim ama gülmeyeceksin, söz mü!'' Tebessüm ediyor... ''Niye güleyim ki!''

''Diyorum ki bu dağları görünce o şarkı geldi aklıma!''

''Hangi şarkı?''

''Gözümde canlanır koskoca mazi!'' Yine tebessüm ediyor, ama ben anlıyorum biraz komiğine gittiğini...''Bak'' diyorum, ''şimdi içinden diyordundur ki sen nesin ki koskoca mazin olsun. Arakasını getirmedim bak şarkının... Sevgilim nerede ben neredeyim!'' Yine gülüyor...''Yolcu kardeş'' diyor, ''elbette senin o küçük dünyanda da sevgilin olmuştur. Ve de herkesin mazisi kendine göre değerli ve kutsaldır!'' Ve yürüyüp gidiyor 'Zaman.'

'Arzunun başlarımızdan yıldızlar kadar yüksek' olduğu o çocukluk anılarımı Zaman ile paylaşırken birden bir ses ile başımı kaldırıyorum yaslandığım ağacın altından... Evet, bir koyun sürüsü yaklaşıyor bana ve çoban da ıslık çalarak uzaktan el sallıyor... Ama iki de beyaz köpek bana doğru gelmekte... O korku, reflekslerimi harekete geçiriyor ve adımlarımı hızlandırarak arabaya biniyorum. Zira köpek korkusu bende öteden beri sönmeyen bir ateştir adeta...İçimden de diyorum ki ''şair haklıymış, insan alemde hayal ettiği müddetçe yaşarmış.''

Hayal dedim de aklıma geldi, çocukluğumdaki o ilçe hala yerinde miydi? O insanlar hala o tek katlı ve bahçeli evlerinde yaşıyorlar mı? Dönüp o ilçeye bakıyorum tepeden. O ilçe neresi mi? Sarıkamış...Anılar anılar...Nerden başlasam ki! Bulutlarda gezen çocukluğumun buharlaşmayan ve de ruhumda derin izler bırakan o unutulmayan anıları... Bir uzak  şehirde yaşamaya başlamışım hasreti. Bir uzak şehirde mi dedim? Evet evet... Bu ölçüler çocukluğumun ölçüleri... Zamana ve mekana ayarlı muhayyilem köy ile Sarıkamış arasındaki mesafeyi öyle uzak algılamama sebep olurdu ki! İstasyon Mahallesi'ndeki Halitpaşa İlkokulu'nun bahçesindeki o on dakikalık tenefüsleri  adeta iple çekerdim. Neden mi? Anlatacağım...Zira okulumuz tam da o tozlu ve de stabilize şosenin kenarında olduğundan hemen yola koşardım. Gözlerim doğduğum beldeye doğru olan ufku tarardı...Sanki ufka bakan gözleri nemli bir çocuk bir tanıdığını görünce gözlerindeki o nem buharlaşırdı. Bazen de sağ elimin işaret parmağı ile ufku işaret ederek yanımdaki bir arkadaşıma şöyle derdim: ''Şu tepeyi görüyor musun, hani şu dönen kıvrılan yol var ya, işte orayı aşınca bizim köy görünecek!''

Delirüzgar gibi geçiyor zaman ve ben Yalova'ya tayin oluyorum. Birgün telefonum çalıyordu, bir aşina sesti bu. Sarıkamış'tan o kalbi dost Derviş abi arıyordu. ''Benim senden bir ricam olacak. Torunum böbrekten ameliyat olacakmış. İzmir'den sana getirsek ameliyat eder misin!'' İşte iyiliği ödemenin tam zamanı diye düşünüyorum o an... ''Derviş abi o da ne demek, hemen getirin'' diyordum. Soruyor: ''Hastaneye mi getirelim, muayenehanene mi getirelim?'' İşte karakter sınavı şimdi başlıyordu. Ben o insanlara vefasızlık yapabilir miydim! ''Derviş abi bunu duymamış olayım. O da ne demek, hastaneye getirin!'' Birşeyler daha soruyor... Terlemiştim, sıkılmıştım... ''Dervişa abi ben hala Sarıkamış'taki ilkokul öğrencisi Fikret'im. Değişmedim, hala oyum'' dediğimde sesi titriyor. Neyse, getiriyorlar ve ameliyat ediyorum.

Aradan seneler geçiyor ve Derviş abi yine arıyor: ''Bu sefer ben hastayım. Prostat büyümesi var dediler, ameliyat olmam gerekiyormuş. Gelsem yapar mısın!'' Duygulanıyorum... ''Abi sana hayır diyebilir miyim, hemen gel!'' Geliyorlar, yatırıyorum, yanında da yeğeni... Derviş abi yaklaşıyor bana... ''Araban nerede'' diye soruyor. Bir anlam veremiyorum. Şaşırdığımı anlayınca izah ediyor... ''Yeğenimle aşağı inin. Bizim kamyonetten senin arabanın bagajına ufak bir hediye nakledeceğiz de!'' İniyoruz bahçeye ve bir de ne göreyim! Büyük bir çuvalı çıkarıyor arabadan... ''Bu ne'' diye soruyorum... ''Bir koyun, bütün halinde. Azımızı çoğa tut!''

Onlar öyle gönül zengini insanlardı. Derviş abi şimdi Sarıkamış'ta bir selvi ağacının altında ebedi uykusuna dalmış...

O ormanlık tepede hatıralara dalmışken birden aklıma saate bakmak geliyor. Bir de bakıyorum ki gölgeler uzamaya başlamış. Ormanın derinliklerini tarıyor bakışlarım. Hani bozayılara yem olmak da var diye düşünüyorum ve çobana veda ederek vadiye aşağı doğru kırıyorum direksiyonu...