Odamda düşünüyordum, bu öğle arasında nasıl dinlenebilsem, yorulan beynimi nasıl boşaltabilsem? Zira hastaya hastalığı hakkında bilgi verirken mümkün olduğunca tıbbi terim kullanmamaya özen gösteririm. Peki bu boşluğu nasıl doldurduğumu sorduğunuzu duyuyor gibiyim. Hani Mevlana'nın bir sözü vardır...''Ne kadar bilirsen bil, ne kadar anlatırsan anlat, senin anlatacağın karşındakinin anlayacağı kadardır.'' O zaman da sosyal hayattan örnekler vererek meseleyi basite indirgeyip anlatma yolunu seçerim. Ne gibi? Şöyle, özellikle prostat büyümesi teşhisi koyduğum hastalar hemen şu soruyu sorar: '' Prostat büyümesinin sebebi nedir?'' Haklıdır, elbette soracaktır. Tebessüm ederim, elbette ona androjen ve östrojen hormonlarından bahsedecek değilim ya... En güzeli saçından örnek vermektir diye düşünürüm o an. Bakışlarımı hastaya yöneltirim ve o sözü söylerim: ''Saçlarınız niye ağardı?'' O an hasta düşünür ve tebessüm eder. Veya saçı dökülmüşse şöyle derim: ''Saçınız  niye döküldü?'' Hasta anlar ve tebessüm ederek o cevabı verir: ''Yaşlandım elbete... Yani bana yaşlısın demek mi istediniz?'' Başımı öne eğerim... ''Ben demedim ki, sizin ağzınızdan çıktı 'yaşlanmak' kelimesi!''
Yani hastanın gururunu incitmeden ve hayat enerjisini düşürmeden izah yolunu seçmek gerektiğine inanırım. Hele de karşımda idrar kaçırdığını söyleyen ve sebebini soran bayan hastaya hiç 'yaşlandığınız için' şeklinde bir cevap verir miyim! Canım o kadar da saf ve acemi birisi değilimdir.
Ben ne yaptım böyle, hay Allah nasıl da daldım gitti ve uzun bir giriş yaparak konudan uzaklaştım. Ne demiştim? Bu öğle arasnda kafamı nerede dinlendirsem acaba? Aklıma birden yakındaki o köyler geliyordu. Sahi ben neden iyi bildiğim o köyün bağlarına atmıyorum ki kendimi! Bu güzel bahar mevsiminde bir alışveriş merkezine gidip de beynimi gürültüyle doldurma yolunu neden seçeyim ki! Arabama atlıyorum ve direksiyonu o köye doğru kırıyorum.  Hangi köye mi? Bilmem ki gerçek adlarını mı yazsam o köylerin! Yoksa karartma yaparak takma isim mi bulsam! Abes bir durum yok ki karartma yapayım değil mi yani!
Evet, arabamın önünden nazlı nazlı uçan beyaz kelebekleri izleyerek Gacık Köyü'nün rampasını tırmanıyorum ve biraz sonra köy meydanındaki kahvehaneye yöneliyorum. İnsanlar ağaçların altında çay içerken derin bir sohbete dalmışlar. Camı açıp bakışlarımı oraya yöneltirken inip inmemekte tereddüt ediyorum. Evet, işte orada Ergun beni gördü ve geliyor. Yüzündeki tebessüm ile ''Hoş geldin'' diyor ve çaya davet ediyor. ''Ergün işim var, şöyle bir bakayım dedim, söz başka zaman geleceyim'' diyorum ve Laledere Köyü'ne doğru kırıyorum direksiyonu. Ah şu doğal güzellikleri ve hele de o virajlı yolu seyretmek bana o kadar mutluluk veriyor ki! Tepeye vardığımda tekrar iniş ve virajlı yol... Evet, işte sevdiğim köylerden birisi olan Laledere'ye varmışım bile. Burada da gönül bağım olan dost sayısı hiç de az değildir. Ne yani gönül zengini bu insanlarla araya mesafe mi koyacaktım! Nasıl yani, yozlaşmak mı?
Laledere'yi geçip asıl varmak istediğim Dereköy'e doğru iniyorum vadiyi. Zaten niyetim de orada bir ağacın altına oturup kelebekleri seyretmek ve kuşların vermekte olduğu konseri dinlemek değil mi? Şunu söyleyeyim, bu köyde de samimi olduğum dostların sayısı oldukça fazladır, ama ben köy kahvehanesi yerine bir bahçenin kenarındaki bir ağacın altında oturmaya niyetliyim. İşte köyün girişinden sola doğru bir traktör yolu ayrılıyor. Hiç girmemiş olduğum bu yolu takip ediyorum ve takriben beşyüz metre kadar gittikten sonra bir tepeciğe ulaşıyorum ve inip etrafı seyretmeye başlıyorum. Bir de bakıyorum ki yüz metre kadar ileriden bir başka bağ yolundan bir traktör gelmekte... İlgilenmediğimi görünce traktörü durdurup bağırıyor ve vücut dilinden de zaten anlıyorum... ''Hayrola, nerden gelip nereye gidiyorsunuz? Bir şey mi arıyorsunuz?'' İçimden de şöyle diyorum: ''Adam benden şüphelendi galiba. Tipim de bozuk değil ama... Belki de arsa, bahçe falan satın almak için etrafı gözlediğimi sanarak bana yardım etmek istiyordur!''
Ellerimi iki yana açıp ses tonumu da yükseltiyorum... ''Şu güzellikleri seyretmek için geldim!'' Anlamıyor galiba diye düşünerek biraz yürüyorum ona doğru... ''Nerelisiniz'' diye sorduğunda elimle köyü gösteriyorum... ''Dereköylü'yüm'' şeklinde esprili bir cevap verdiğimde biraz tereddüt ediyor. Bakışlarını üzerime iyice odaaklıyor ve beni baştan aşağı süzerek omuz silkiyor. Şaşırdığı belli... ''Ben de bu köylüyüm, ama sizi hiç görmemişim!'' Biraz yürüyüp traktörün yanına gittiğimde karşıdan gözüne vuran güneşten kaçınmak için sol elini kaşının üzerine şemsiye gibi yapıp beni iyice süzüyor baştan aşağı... Birden traktörden atlayıp yaklaşıyor... Heyecanlandığı belli...''Aa tanıdım sizi, hay Allah'' deyip adımı telaffuz ediyor. ''Seneler önce babama prostat ameliyatı yapmıştınız. Şu hale bak, dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur!'' diyor ve sarılıyor. Hal hatır faslından sonra sohbet derinleşiyor. Köylerindeki gönül dostlarımı tek tek sayıyorum. ''Haydi benim bahçeye gidelim'' dediğinde onu takip ediyorum. ''Bak'' diyor, ''birkaç hafta sonra kirazlar olacak, mutlaka beklerim!'' Dolaşıyoruz. ''Bak bahçe senin, ben olayım olmayayım, gel kiraz ye!'' Gülüyorum... ''Mahir bey vaktim de geliyor, sana bir hatıramı anlatayım da öyle gideyim'' diyorum ve anlatmaya başlıyorum.
''Birkaç sene önce bir hastayı ameliyat etmiştim. Çıkarken beni bahçesine davet etmek istediğini söylemişti.''
''Hangi köyden'' diye soruyor. Köyünün adını veriyorum, ama kişinin gerçek adını vermiyorum... ''Mustafa'' diyelim o hastaya, mesela yani...
''Sonra gittiniz mi kiraz zamanı?''
''Evet gittim, gitmesem tenezzül etmedi der, kendini beğenmiş der, olur ya!'' Onaylıyor. ''Neyse uzatmayalım, büyük bir kiraz bahçesindeyiz. O sepetle bana kiraz toplarken ben de yiyorum. Adam yine diyor ki 'bak burası senin sayılır, ben olayım olmayayım, gel kiraz topla'...''
''Evet...''
''Neyse, büyük bir kiraz ağacının altına geldiğimizde bir espri yapayım dedim.''
''Ne gibi?''
''Dedim ki Mustafa bey, bak madem benim bahçem, bak bu gece gelirim, bu ağacı kökünden sökerim, arabamın arkasına bağlayıp götürürüm!''
''Sonra?''
''Sonrası şu... Adam birden ciddileşti ve sağ elini bir trafik polisinin dur işareti yaptığı gibi havaya kaldırdı!''
''Nasıl yani, ne dedi?''
''Orda dur, ağacı ne diye kökünden söküp götürüyorsun. Dediysek de o kadar uzun boylu değil! Bu ağacın kaç senede bu hale geldiğini biliyor musun? Sadece kirazını ye dedim!''
''Gerçekten öyle mi dedi?''
''Gerçekten söylüyorum. Espri yaptığıma bin pişman olmuştum, kıpkırmızı kesilmiştim mahcubiyetten. Kirazlar boğazımda düğümlenmeye başlamıştıinan. Bir bahane bulup bu bahçeden kaçmanın yollarını arıyordum o anda.''
Mahir bey başını sallıyordu... ''Çok ayıp etmiş, hem de adamdaki mantığa bak!''
Saatime bakıyorum... ''Mahir bey, poliklinik vaktim yaklaşmış, ancak yetişirim'' diyorum ve veda ediyorum. Kontağı çevirirken gülüyor... ''Hocam rahat ol, benim adım Mahir, ben Mustafa değilim!''