Son hastamı da yolcu edip arkama yaslanıyordum ve niyetim çay keyfi yapıp rahatlamaktı. Bu sırada içeri giren sekretere çay isteğimi ilettiğimde iki kişinin daha benimle görüşmek istediği cevabını alıyordum.

            ''Yani muayene olmak mı istiyorlar?''

            ''Hayır, İstanbul'dan gelmişler, özel bir konuda sizinle görüşmek istiyorlar'' diyordu sekreter.

            ''Peki, gelsinler'' diyordum mecburen, ama merak da etmiyor değildim bu görüşme isteğinin konusunu. Ve içeriye iyi giyimli, siyah elbiseli, ellerinde bond çantalar olan, tahminen otuz yaşlarında iki kişi giriyordu. Karşıma oturduklarında tebessüm ediyorlardı.

            ''Hoşgeldiniz, memnun oldum. Ben çay içecektim, siz ne alırsınız'' diye soruyordum ve biraz sonra çaylarımız da geliyordu ve yudumlamaya başlıyorduk.

            Söze ilk olarak onların girmesini bekliyordum. Biraz daha uzun boylu olanı beni bir süre süzdükten sonra söze başlıyordu.

            ''Hocam isminizi sıkça duyuyoruz, iyi bir izlenim bırakmışsınız. Biz ilanınızı gördük ve önceden sizinle bir görüşelim diye geldik İstanbul'dan...'' O anda konuya vakıf olamadığım için anlamamıştım. Hani derler ya ''dervişin fikri neyse zikri de odur.''

            ''Ne ilanı, anlamadım da'' diye sorduğumda diğer kişi söze başlıyordu: ''Hocam hani şu yemek  işini özelleştiriyormuşsunuz ya. Onun ihale ilanı yani... Biz de Altın Kaşık Yemek Şirketi'nin sahipleriyiz, iki ortağız. Girmek istiyoruz.''

            ''Tamam, ihale şartnamesini ilan ettik, zamanı gelince buyurun girin. Katılım ne kadar çok olursa o kadar iyi...''

            ''Hocam, komisyon başkanı olarak takdir hakkınız da var elbette. Birçok hastaneye yemek veriyoruz, istiyoruz ki bizimle çalışasınız'' diyordu ve çantasından bir evrak çıkarıp önüme koyuyordu. Evet, inceliyordum ve birçok hastaneye yemek verdiklerini ben de görebiliyordum. Şu hususu sezmiyor da değildim: ''Dillerinin altındaki bakla nedir acaba?'' Kelimeleri özenle seçerek konuşmak istedikleri vücut dillerine yansıyordu adeta... Uzun boylu ve gözlüklü olanı öne kaykılıp iki elini birleştirerek ''kapalı zarf usulü değil de pazarlık usulü yapamaz mısınız ihaleyi hocam? Böylece bizde kalır ve inanın sizi mahcup etmeyiz. Hem de bizden bir isteğiniz olursa bunu da seve seve yerine getiririz'' dediğinde mesele anlaşılmıştı. Bana resmen rüşvetin ucunu gösteriyorlardı. Ama bu konuda ''şerbetli'' olduğumu nereden bilebileceklerdi ki! Nerden mi şerbetliydim? Söyleyeyim: Mecburi hizmet yaptığım Belediye Hekimliği'nden... O zamanlar da çok rüşvet teklif edilmişti ve hepsini de elimin tersiyle itmiştim.

            Soruyordum: ''Nasıl yani, ne isteğim olabilir ki?''

            Tebessüm ediyordu... ''Hocam ihale bedelinin yüzde 10'u sizin hakkınız. Biz böyle çalışıyoruz.''

            ''Yani kazı kazan!'' Ben kızarmıştım, terlemiştim, ama onlarda vücudun vermesi gereken bu tepkileri göremiyordum. Onları incitmeden sonuca varmak istiyordum, ama yumuşak bir geçiş yapmanın da yollarını arıyordum bir yandan da... ''Pazarlık usulü ihale yapmam beni zan altında bırakır. Hani insanın seveni de vardır, sevmeyeni de... Durup dururken alemin eline koz vermenin ne gereği var?''

            Uzun boylu olanı ayağa kalkıp bakışlarını bana yönelterek konuşmaya başlıyordu: ''Aman hocam etrafa çok kulak verirseniz bir iş yapamazsınız. Yetki sizde değil mi? İsterseniz pazarlık usulü yaparsınız, kime ne?''

            ''Yani alan memnun, satan memnun demek istiyorsunuz...''

            Çok ısrar ettiğinde sağ elimin işaret parmağı ile kalbimi işaret ediyordum: ''Buraya sordum, hayır dedi!''

            Bir sessizlik oldu. Ayağa kalkıyordum...''Cehennemi para ile satın alamam. Geldiğiniz için teşekkür ederim!'' Şundan eminim ki çıkarken şöyle demişlerdir: ''Ne olacak, saf Anadolu çocuğu. Böylelerinden ne köy olur, ne kasaba!''