İşte bu bir yoğunlaşma meselesi…Bir yazımda demiştim ki ‘’ben böyleyim işte, yazmadan duramıyorum!’’ gerçekten de öyle…Geçenlerde bir hasta polikliniğin o yoğun saatine ben sormadan başından geçen enteresan bir olaydan bahsetmişti ve ben de içimden şöyle demiştim: ‘’Bu yazılır!’’! Sen misin hafızana bu kadar fazla güvenen! Bak biraz önce ameliyatlarım bitti ve adetim olduğu üzere epikrizlerimi yazdım ve geçtim bilgisayarın başına…sayfayı da açtım, güya o olayı yazacağım, amma ne mümkün! Bir türlü hatırlayamıyorum…Kendime kızmadan da edemiyorum: ‘’Sen misin not almayan!’’ Ama aklıma bir türlü gelmeyince hani kafama da koymuşum: ‘’Bugün bir köşe yazısı yazmadan eve gitmek yok!’’ Hatırlayamayınca sol tarafımdaki mini dolabıma yöneliyorum, evet oradaki tıbbi anı kitaplarından birisinden alıntı yapayım bari diyorum ve karar veriyorum. ‘’Şef’’ başlıklı yazıyı taşıyacağım köşeme. Yani bugün ‘’hazırdan yiyeceğim!’’ İşte başlıyorum meslektaşımdan nakletmeye…
Hastane bir yokuşun tepesinde, fi tarihinden kalma, eski, köhne, bakımsız bir bana…Hele hele bizim servis rezalet!
Tuvaletlere giriyorsunuz, musluklar bozuk, sular şırıl şırıl akıyor. Doğumhaneye gidiyorsunuz, doğum masası Nuhi Nebi’den kalma. Üzerindeki muşamba yıların getirdiği kan ve tentürdiyot lekeleriyle acayip bir renk almış. İnsan iğrenir o masaya çıkıp doğum yapmaya…Hastanın üzerine örtecek doğru dürüst bir örtü yok. Herkes açık saçık yatırılıp doğum yaptırılıyor. Eli yüzü düzgün birileri olursa, hastabakıcılar bulup buluşturup bir şeyler örtüyorlar üstüne. Yatak çarşafları yetişmiyor, kimi yatakta muşamba var, kimininki yırtık pırtık. Bu nedenle bazı yatakların orta kısmı kanama ve akıntıdan kokuşmuş halde…
Yarabbim, ben nasıl çalışırım bu hastanede? Serviste iki tane daha doktor var. Biri şef, diğeri de sessiz sedasız bir arkadaş. Üstelik sınıf arkadaşım. Yahu bunlar görmüyorlar mı bu pisliği, bu rezaleti?
Arkadaşıma açıyorum koınuyu: ‘’Ben ucundan ucundan servisi düzeltmeye çalışacağım, sen de bana yardımcı ol’’ diyecek oluyorum. ‘’Aman Erdinç, şefe sormadan bir şey yapma, canın sıkılır sonra’’ diye cevaplıyor. Birgün yemekhanede şefe söylemeye çalışıyorum; tahsisattan, yokluktan, imkansızlıktan dem vuruyor.
Kafama koydum bir kere…Bir şeeyler yapmalıyım. Neyse, bir süre sonra şef yıllık tatile çıkıp Amerika’ya gidiyor. Ertesi gün de ben harekete geçiyorum.
Daha önceden terziyle, teknisyenle, marangozla, ambar memuruyla, başhemşireyle dostluk kurduğum için işim zor olmuyor. Üç top Amerikan bezinden yeterince örtü, çarşaf, arabezi dikiliyor. Doğum masası boyatılıp üzerine beyaz muşambalar yayılıyor. Aynı muşambadan doğum önlükleri yaptırılıyor. Musluklar tamir ediliyor. Servis baştan aşağı temizleniyor. Bu arada gayrete gelen hemşireler de hasta dosyalarını çiçekli kağıtlarla kaplayıp resimler yapıştırıyorlar. Velhasıl tam bir seferberlik yaşanıyor serviste, hastabakıcıdan doktoruna kadar elele…
Ve şef Amerika’dan dönüyor!
‘’Vay sen misin bunları yapan? Sen kimsin ki bunlarla uğraşıyorsun! Şef misin sen?’’
Ve ilk çatışmamız böyle başlıyor şefle…Henüz tayinimin dördüncü ayında!