İçimden şöyle diyordum o an: ''İyi iyi, bugün amma da hasta baktım. Şükür ki o altmış hasta içinde asabımı bozacak ve günümü zehir edecek tek bir hastaya rastlamadım!'' Dönüp sekretere de söylüyordum: ''Yarınki ameliyat listemi gönderdin değil mi!'' Bir yandan da saatime bakıyordum. O sırada kapının menteşelerinin sesini duyduğumda bakışlarım kapıyı taramaktaydı. O kalbi dosttu bana tebessüm eden... Bir adımını içeri atmıştı ve girip girmemekte tereddüt etmekteydi. Zira mesai saati dolmuştu ve ceketimi giymekte olduğumu görüyordu. Entellektüel seviyesi yüksek olan bu Ertan kardeşimize ben de tebessüm edip sağ elimle işaret ediyordum... ''Girsene, ne diye bakıyorsun öyle!'' Elbette bu bir seviye meselesiydi...''Bilerek bu saatte geldim. Muayene olacak değilim, iki kelam edelim dedim kafede. Zamanın varsa elbette. Geçen haftaki yazın neydi öyle! Yani yüreğini koymuşsun yine!'' Kafam allak bullak vaziyette olduğundan hatırlayamamıştım yazımı... ''Yahu şu Kudretli Başkan'ı anlattıığın yazın!'' Gülmeye baaşlamıştım...''Vallahi şu anda kafam kazan gibi... Dur bakayım neydi başlığı! Haa hatırladım... Vicdan Hatırladıkça... Evet, ben de yazdıktan sonra kendi kendime ne dedim biliyor musun Ertan kardeş!''

            ''Ne dedin?''

            Bakışlarımı kaçırıyordum... ''Yani biliyorsun kendimi övmekten utanırım ama ne de güzel yazmışım dedeim kendi kendime!''  Başını kaşıyordu. ''Gerçekten çok etkilendim. Bu konuda benim de hatıralarım var. Biraz sohbet edelim mi?''

            ''Tamam, haydi kafeye gidip biraz laflayalım'' diyordum ve çıkıyorduk. Ve neskafeleri içerken söze o başlıyordu... ''Biliyorsun bende yatılı okudum, ama senin bu Maviay Öğrenci Yurdu'ndaki hatıralarını okuyunca aklıma ne geldi biliyor musun!''

            ''Ne geldi?''

            Bardağını masaya koyup iki elini birleştiriyordu ve gözlerimin içine bakıyordu... ''Belki de abartıyorsun diyeceksin ama inan Guantanamo Kmpı aklıma geldi!'' Başımı sallıyordum...''Ona yakın diyebiliriz!'' Kahvesinden yudum alırken uzaklara dalıyordu gözleri...''Öğrenciliğinle ilgili bir de dizi halinde yazıların vardı, çok hoşuma gitmişti. Aynı başlıkla numaralar vererek yazmıştın hatta! Neydi yaa!'' Elimi omuzuna atıyorum. ''Çıkıp Gittiğim An... 9 bölüm halinde yazmıştım hatta.''

            Arkasına yaslanıyor. ''Hele anılarına başlarken bir yazarın o sözünden bahsediyordun ya, ne güzel bir giriş cümlesiydi, bak hatırlayamadım!'' Tebessüm ediyorum... ''Bir hastam o kitabı bana hediye etmişti. Stefan Zweig'in Dünün Dünyası adlı kitabıydı. O söz de şöyleydi: 'Eğitim ve öğretim hayatıma ait mutlu ve neşeli olduğum tek bir an vardır: Kapısını bir daha açmamak üzere çıkıp gittiğim an.' Bu söz çok hoşuma gitmişti ve böylece yazmaya başlamıştım!''

            Ertan naif bir arkadaşımızdır. Vicdan Hatırladıkça adlı yazımdan çok etkilenmiş belli ki...''Bak Ertan bu yazımla eskinin o katı ideolojik devletinin mantığını ve bakış açısını anlatıyorum bir bakıma. Hani o jakoben bakış...yani askeri cumhuriyet yılları desek daha doğru olur!'' Elini elime dokunduruyor... ''Senin dağarcığında çok anı vardır, hele birkaçını anlatsana... Haa aklıma geldi, unutmadan söyleyeyim. En hoşuma giden cümlen şu olmuştu geçen haftaki yazında!''

            ''Merak ettim!''

            Gülüyor...''Bu yurttaki mahkumiyet(!)imin beşinci senesiydi diyorsun ya... Ben de o yüzden Guantanamo benzetmesi yaptım!'' Saatime bakıyorum...''Ertan o zaman bir anımı anlatayım Maviay Guantanamo Yurdu ile ilgili!'' Gülüyor... ''Müthiş bir ifade tazı yani!''

            ''Yine sanırım mahkumiyetimin beşinci senesiydi. Akşam yemeğinden sonra etüddeyiz. Orada saat dokuz oldumu yatış saati başlar. Yani dersin bitmese de o saatte tavuklar gibi yatmak zorundasın. Neyse, benim de fazla bir dersim yoktu. Bir cesaret örneği gösterip bir roman sıkıştırmıştım kitaplarımın arasına. Belki bilmezsin orada ders kitapları dışında bir kitap, hele de roman okumak en büyük suçlardan birisiydi... Birisi bana ''Sürgün'' diye bir roman vermişti. Bir yazarın Beyrut'taki sürgün yıllarını anlatıyordu. Etüd başlamıştı, ben de romanın en sürükleyici yerindeydim. Beyrut'taki sefaleti ve vatan hasretini anlatıyor.

            ''Eee!''

            ''Tam hatırlayamıyorum, parçalanmış bir ailenin dramını da anlatıyordu sanırım. Bir gece klübüne gidiyorlar arkadaş gurubu olarak... Bir oryantal çıkıyor sahneye... Yazar dikkatle bakıyor, bir anormallik seziyor. Şaşırıyor...Bir yerlerden tanıyor gibi oluyor bu genç kızı!''

            ''Merak ettim!''

            ''İyice dikkatle bakınca kendi öz kızı olduğunu anlıyor. Beyninden vurulmuşa dönüyor elbette!''

            ''Sonra?''

            ''Sonrası benim dramım kardeş. O andan itibaren başrolde benim kardeş yani!''

            ''Nasıl?''

            ''Sabret, anlatacağım... Tam da o heyecanlı yerinde birden etüd odasının kapısı açıldı ve önde Kudretli Başkan, arkada da nöbetçi öğrenci... Başkanın elinde de o meşhur siyah polis copu... Hiddetle 'herkes ayağa kalksın, kitapları bıraksın' demez mi!''

            ''Yakalandın yani!''

            ''Yakalandın da ne demek! Tırnaklarıma kadar terlemiştim. Roman çalışma masasının üstünde, yani suç aleti alenen ortada!'' Merakla dinliyordu... ''Uzun etüd odasının o başında bir çocuğun önünde bir kitap buluyor... 'Ulen ne demek Ömer Seyfettin'in Falaka'sını okuamk. Çık bakalım şöyle. Ben sana falakanın ne demek olduğunu gösteririrm şimdi' diyor. Ve bana gelince önümdeki kitabı alıp suratıma çarpıyor. 'Sürgün haa! Şimdi sana sürgünü gösteririrm' diyor ve ben de kenara ayrılıyorum. Başka da suçlu yok!''

            ''Sonra?''

            ''Nöbetçi öğrenciye 'götür bunları odama' diyor ve ikimiz kurbanlık koyun gibi odasının önünde bekliyoruz. Biraz sonra odasına hışımla giriyor ve o siyah cop üzerimizde inip kalkıyor. 'Şimdilik sizi atmıyorum bu kış günü. Bir daha tekerrür ederse hiç acımam atarım... Yıkılın karşımdan' diyor ve biz süt dökmüş kediler gibi iniyoruz merdivenleri!''

            Saatime bakıyorum ve Ertan ile vedalaşıp ayrılıyoruz.