İşte bu önüne bir türlü geçemediğim bir duygudur. Her Temmuz'da içerimdeki o duygu depreşir ve ''ne duruyosun, o yüksek rakımlı tepelere, çocukluğunun geçtiği o topraklara gitsene'' der adeta. Yani sanki o topraklar, o ormanlar, kartalların yuva yaptığı o bakir ve asude kayalıklar benim tapulu malımdır ve de gitmesem ya küsecekler, ya da elimin altından kayıp gidecekler.
Bu derin duyguya ''içimdeki öteki ben'' derim ve ''o ben''e karşı da bir zaafiyetim vardır, taşan bir barajın suları gibi duygularımı önüne katar ve gitmem gereken yere beni atar. İşte yine öyle bir Temmuz ayında kendimi uçakta buluyordum. Uçağımız çocukluğumun geçtiği o Sarıilçe'de alçalıyordu ve kırk kilometre ötedeki Serhatşehir Havaalanı'na doğru dümen kırıyordu. Şansıma da cam kenarındaydım ve kuşbakışı doğayı doyasıya seyretmekteydim. Adeta bir ressamın fırçasından çıkmışcasına tarlalar ve çayırlar rengarenkti. Kim yer sarı, kimi yer eflatun, kimi yer de kırmızı bir halıyı andırıyordu. Duygularım beni tarihe doğru götürüyordu. Çocukluğumun geçtiği bu vatan parçası kırk sene Rus işgalinde kalmıştı. Doksanüç Harbi dedikleri o savaşta askerimiz yenilmişti ve buraları Ruslar işgal etmişti. Yani 1877-!878 Osmanlı Rus savaşında Gazi Ahmet Muhtar Paşa elinden gelen bütün gayreti göstermesine rağmen yenilmiştik ve bu vatan toprağı da elden gitmişti.
Aklıma nenemin anlattığı o dramatik günler geliyordu o an...Nenemin özel bir terimi vardı ve derinlik ifade ediyordu o söz bence...''Oğul kaçakaçta Rus ve Ermeni basınca yükte hafif, pahada ağır ne varsa alıp ormana kaçtık!'' Bakın savaşa ''kaçakaç'' diyor. Eee her millet bizim milletimiz gibi merhametli değil ki... Bizler kadim ve merhametli bir milletin çocukları olduğumuzdan savaşın da bir ahlakı olduğuna hep inanmışız ve işkence ve zulüm yapmamışız.
İçimden de şöyle diyordum: ''Rahmet olsun sana Kazım Karabekir Paşa, bu kutsal ve güzel vatan parçasını kurtarmışsın ve şimdi ben de buralardaki çiçek kokusunu ciğerlerimin en ücra köşesine kadar çekeceğim. Savaşın ahlakı dedim de o güzel sözü burada yazmaktan imtina etmeyeceğim. Matematiğin babası sayılan Harezmi'ye ''insan nedir'' diye sormuşlar. Demiş ki ''insan güzel ahlaklı ise '1' eder. Yakışıklı ise buna bir 0 ekleyin '10' eder. Varlıklı ise bir '0' daha ekleyin, '100' eder. Soylu ve nesep sahibi ise bir '0' daha ekleyin '1000' eder. Fakat 'ahlak olan '1' giderse, insanın kıymeti gider. Geriye değeri olmayan sıfırlar kalır!''
Neyse, tarihe dalıp gitmişken bir de bakıyorum ki uçağımızın tekerleri yeri yalamakta ve biraz sonra ayaklarımız da toprağa basmakta. Valiz sesleri arasında havaalanına yöneliyoruz ve en sevinçli olacağım bölüme yöneliyorum. Neresi mi? Söyeleyeceğim, kiraladığım jipe doğru gidiyorum ve hoşbeşten sonra o jipin anahtarlarını alıp direksiyona geçiyorum. İçimden de diyorum ki ''iyi ki gelmişim, bir günün beyliği de beyliktir. Doğadaki bir kartal gibi derin vadilerde, yüksek rakımlı tepelerde uçacağım. Hem de tek başıma! Benzini hiç düşünmeyeceğim, yakabileceğim kadar yakacağım, hayata inat!'' Şairin o sözü aklıma geliyor: ''Şehrin uğultusundan bunalmış ruhumuzun nadir duyabildiği taze bir heyecanla'' bu toprakları gezeceğim de gezeceğim! Hayata inat...Hele de bazı yerlerde nasıl olsa telefon da çekmiyor.
Serhatşehir'in o ovasında uçaktan gördüğüm ve adeta büyülendiğim o rengarenk tarlaların arasından geçerken arada bir arabadan inip fotoğraf çekiyorum ve o temiz çiçek havasını içime çekmeyi de ihmal etmiyorum. Karanlıkta ıslık çalma diye bir deyim vardır ya, ben de bağırıyorum: ''Ben geldim!'' İçimden de diyorum ki birisi duysa kesinlikle şöyle der: ''Adam kafayı yemiş! Galiba bir meczup!'' Sonra da diyorum ki ''umurumda değil, ne derlerse desinler, hayat benim hayatım!''
Çayırlarda otlamakta olan kuzuların da fotoğrafını çekiyorum elbette. Ve kırk dakika sonra o levhayı görüyorum: ''Sarıilçe'': Burada ilkokulu okumuştum. Her sokağında bir hatıram gizli. O şarkıda diyor ya ''hatıralar sarmış dört bir yanımı, baktığım her yerde izin duruyor!'' Sarıilçe'ye girdiğimde bir de bakıyorum ki ''baktığım her yerde izi duruyor'' terimi tersine dönmüş. Zira ilçe o kadar değişmiş ki...Yeni apartmanlardan dolayı o eski izler silinmiş gibi. Şurada bir bisiklet meydanı vardı, ama bakıyorum ki yerinde devasa apartmanlar arzı endam eylemekte... Eee, boşuna dememişler...''Zaman bir silindir gibi geçiyor üzerimizden!'' Bu meydanın üzerinden de zamanın silindirleri geçmiş.
Vakit öğle vakti ve orman yoluna doğru tırmanmadan yol azığımı yanıma almak lazım elbette... Bir lokantaya yöneliyorum ve hayli fazla miktarda köfte sardırıyorum. Aklıma geliyor: ''Çocukluğumuzun yol azığı ekmek ve üzüm idi!'' Ve bir fırına gidip birkaç ekmek alıyorum ve oradan da manava uğruyorum ve üzüm alıyorum. Hani aç gözlülük edip birkaç kilo üzüm alırken manav da sorgulayıcı ifadelerle yüzüme bakmıyor değil yani...İçimden de ''sana ne kardeşim, sen tart, bedava mı istiyoruz sanki'' demekteyim...Ve arabama yöneliyorum, istikamet doğduğum belde. Son evi de arkamda bıraktıktan sonra dik yokuşu yalayan tekerlerim biraz sonra beni ormana ulaştırıyor. O terimi çok severim ve böyle durumlar için kullanrım: ''Adeta ruhum bedenimden önde gidiyor!''