Yani o anda ne diyebilirdim ki! O ziyafet ve de dostluk sofrasında bizim Cimşitcan arkasına yaslanarak öyle bir nutuk atıyordu ki! Erman da o anda bana bakıyordu... Yüzünün kaslarını harekete geçirmişti ve alnındaki kaslar da gerilmişti ve kızarmıştı. O mimik hareketiyle kaşları alnına doğru yükselmişti ve gözleri sanki yuvalarından çıkmaya çalışıyordu. Hani buna tıp dilinde ''eksoftalmi'' derler ya...Yani özellikle hipertiroidide bir ''tiroid fırtınası'' dedikleri bir klinik tablo vardır... Gözler dışarı fırlamış bir hal alır. Bu tabloyu tarif ettiğim için umarım endokrinoloji uzmanları bana kızmaz...Ne yapayım yani, bizim Cimşitcan'ın o andaki nutuk halinden yansıyanları tasvir etmek için böyle bir benzetme  yapmak zorunda kaldım. Sürç-i lisan eyliyorsak affola!

            Neyse...Erman'ın bana doğru o anlamlı bakışından ne demek istediğini anlamıştım elbette. Yani vücut diliyle diyordu ki ''ne diyor bu boşboğaz!'' Ben de çok sevdiğim o vücut dilimle cevap veriyordum. Yani her iki omuzumu yukarı kaldırarak ve kaşlarımı da yaylandırarak karşılık veriyordum: ''Ne diyebilirim ki!'' Cimşitcan ise bir filozof gibi konuşmasına devam ediyordu. Arada sağ elini de bir sarkaç gibi sallayarak güya sözüne anlam ve vurgu katmaya çalışıyordu...Birden demez mi ''ben Yunan kültürüne hayranım, bizim medeniyetimiz de neymiş ki!'' O anda kendimi frenlemek için içimden ''ya sabır'' çekmekteydim. Hatta refleks olarak o cümlenin ağzımdan çıkışını kontrol edememiştim: ''Densize bak!''

            Anı anıyı tetikler ya...Aynı tabloyu Rusya'daki o üroloji kongresinde de yaşamıştım. St Petersburg'daki o güzel restoranda bir akşam yemeğindeyiz. Yerel rehberimiz de Türkçe'yi iyi bilen bir Rus bayan, yani Julia...Sempatik hareketleriyle St Petersburg'un tarihi hakkında bilgi veriyor ve o sırada o cümleyi kuruyor: ''Bu şehri Büyük Petro kurmuş. Burası bir bataklıkmış ve kurutmuş, şehri üzerine kurmuş!'' Ben de uzun masada tam karşısındayım. Julia bize doğru sempatik bir gülüş fırlatıyor ve devam ediyor... ''Biliyorum sizin tarih kitaplarında ona Deli Petro derler ama!'' Tebessüm ediyorum ve başımla da onaylıyorum. O sırada Julia'nın yanındaki meslektaşlarımızdan birisi demez mi ''evet, Büyük Petro bence Fatih'ten bile üstün!''

            Şaşırmıştım o an, sinirlerim gerilmişti...Bakışlarımı üzerine öyle bir dikmiştim ki bizim(!)kinin... O da anlamıştı tepkimi... İçimden de şöyle diyordum: ''Aidiyet duygusunu kaybetmiş bir zavallı! Kendi tarihine yabancı bir canlı! İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin üyesi olmalı bu!'' Şair diyor ya böylelerine... ''Siz hayat süren leşler...!''

            Neyse, söz uzadı, nerden nereye geldi... Ben de biraz coştum sanırım... Sadede geliyorum... Erman'la gözgöze gelmiştik. Bizim Cimşitcan yine herzelerine devam ediyordu. Demez mi ''benim rehberim Buda, ben onun  öğretilerini hayatımın merkezine koyuyorum. Ben Budistim!''

            Hani sanki soran var da! Hani derler ya ''bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü!'' Erman dayanamayıp atılıyordu... ''Tamam Cimşitcan, neye inanırsan inan... İstersen Uzza'ya da inanırsın, ama burası bunun yeri değil! Hiç hoş olmadı!''

            Tebessümediyordum... ''Hani müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benzedi bu birazcık!'' Cimşitcan kızarmıştı, bozarmıştı... Yutkunuyordu... Sonra ''humanizma edebiyatı'' yapmaya başlamıştı Cimşitcan. Aklıma Andre Gide'in o meşhur tesbiti geliyordu: ''Humanizma, Emperyalist Batı Medeniyeti'nin Doğu'nun devşirme ve sömürge kafalı aydınlarına çiğnettiği bir afyon sakızıdır!'' Ben ise onlara ''aydıncık'' diyorum, hatta ''kapıkulu askerleri'' diyorum...

            O sözü çok severim... ''Hatıralar sarmış dört bir yanımı, baktığım her yerde izin duruyor!'' Hele benim gibi duygusal bir insan için bu cümleler çok derin bir anlam ifade eder. Hatıralarımı yazarken bir duygu okyanusunda yüzerim adeta. Geçenlerde polikliniğin o kalabalıklığında bir okuyucum arıyordu...O günkü yazımdan çok etkilenmiş belli ki...''Bak şu anda köşe yazını okuyorum. Hani 'Otu Çek Köküne Bak' adlı yazını. Bir hastanın ölümünün ardından yazmışsın. Diyorum ki ne olur böyle yüreğimizi titreten cümleler kurma! Bak ağlıyorum işte!''

            Etkilenmiştim... Bir hoş olmuştum... Gözlerim nemlenmişti, o nemli gözlerimle duvara bakıyordum...Peki neydi, hangi duyguydu bu anma yazısını yazdıran? Söyleyeyim, bu toprağın öz çocuğu olduğu için o hasta, ben de ona olan vefa borcumu yerine getirmek istemiştim. Hepsi bu kadar... ''Falan ölmüş filan ölmüş...Birgün derler sinem ölmüş!'' Hani hayat dediğin işte öyle bir şey...

            Dedim ya hatıralar sarmış... Üniversite öğrencisiyim, bir hocamız şöyle demişti: ''Bazen okumakla da cehalet artarmış, biliyor musun!''

            Derinlik ifade eden bu sözün anlamını o anda kavrayamamıştım, ama seneler sonra anlıyordum ki bu söz, bu toprağın kültürüne ve sosyal dokusuna yabancı kalmış ''sömürge aydıncıklar'' için söylenmiş... Yoksa ''ayrık otları'' mı desek!

            Son söz: ''Boşboğazı ateşe atmışlar, 'odun yaş' demiş!''