''Bugün cuma, yarın nasıl olsa serbestsin hocam, hani bana verilmiş bir sözün vardı!''
            İnsan bir an toparlayamıyor zihnini... Zaten haftanın son günü her zaman beynimin o kıvrımları dolar taşar, adeta barajın kapaklarının suyu zaptedememesi gibi... Bir anlık sessizlikten sonra kendimi toparlayıp cevap veriyordum: ''Tamam Şaban bey, yarın inşallah ordayım, ama İznik'in o köyünü nasıl bulacağım?''
            ''Mart ayında bana prostat ameliyatı yaptığında taburcu ederken söz almıştım, kiraz bahçesine davet etmiştim. Gerçekten yarın gelir misin? Napolyonlar olgunlaştı. Hani ortak dostumuz olan Derbentli Hasan bey getirecek seni. Dün kendisiyle konuştum, onu köyünden alıp geleceksiniz yani!''
            ''Aynı güzergah üzerinde demek istiyorsun, öyle mi?''
            ''Evet, kılavuzun o, beraber gelirsiniz. Bak bekliyorum, söz mü?''
            Gülüyordum... ''Şaban bey ben halkımdan kopmadım, aristokrat değilim, söz yarın ordayım inşallah. Bir dostun kalbi davetine icabet etmek bizim kadim kültürümüzde zaten var!'' Ve ertesi sabah abimle beraber yola koyuluyoruz. Şu doğanın yeşilliği beni her zaman cezbetmiştir. Hele de Altınova'dan sonraki o kartal yuvası misali tepeye vardığımızda arkamızdaki o dik kayalıktan aşağıdaki çayın akışını ve yeşillikler okyanusunu seyretmek insanın ruhunu dinlendiriyor.
            ''Şurada bir cep var abi, gel şu aşağıdaki bakir ve vahşi vadiyi seyredelim'' diyorum ve inip ufku tarıyoruz. Şair ne güzel anlatıyor: ''Tepeler ve vadilerin üzerinde yükseklerde uçan / Bir bulut gibi avare dolaşırken bir an / Ansızın bir aile, bir kalabalık gördüm / Altın renkli nilüferlerden: / Gölün kenarında, ağaçların altında / Çırpınır, sallanırken tatlı esen rüzgarda.''
            Çocukluğuma dalıp gidiyorum o kartal yuvasından aşağıdaki manzarayı seyrederken. Bu kayalıklar, bu ağaçlar, bu suyuın sesi bana hiç yabancı gelmiyor zira. Benim ruhum bu seslerle, aşağıda esen suyun karşı kayalıklarda oluşturduğu yankılara zaten aşina... Ve o sırada Derbentli Hasan Bey arıyor: ''Hocam nerde kaldınız, bekliyorum.'' Gülüyorum direksiyonda... ''Yoldayız yarım saate varmaz geliriz, hastaneye uğradım da...'' Ve Derbent'e varıp yol kenarında bekleyen o dostumuzu da alıp yola revan oluyoruz. Bu güzergahı ilk defa kullanıyorum. Ormanlık bir alandan, yani orman okyanusundan geçiyoruz adeta. Hasan bey yarım saatlik yolumuzun olduğunu söylüyor. Ve tepelerden inişe geçiyoruz. İşte ileride İznik Gölü o güzelliği ile bize sanki göz kırpıyor. Nasıl olsa rehberimiz kuvvetli! Anayoldan ayrılıp zeytin bahçelerine dalıyoruz ve işte o sevimli köy! Erdemli Köyü... Hastamın kapısının önüne vardığımızda o kalbi karşılama bizi duygulandırmıyor değil... İşte kadim medeniyetimizin yetiştirdiği o misafirperver insanlar. Şaban Bey ''senin arabanı o yollara vurmayalım, gel benimşu kamyonet ile gidelim'' dediğinde seviniyorum.
            Dört kişiyiz. ''Ben kasada yolculuk yapacağım, çocukluğumu yad etmiş olurum'' diyorum ve abim şoför mahalline oturuyor. Biz iki kişi kasadayız ve on dakika sonra bahçeye varıyoruz. ''Ohh!'' diyorum, ''burası cennet gibi, şu yeşillikler ve kuş sesleri ruhumuza ilaç gibi geldi!'' Onlar kiraz toplarken ben tadıyorum habire. O kadar kiraz topluyorlar ki... ''Tamam'' diyorum ve noktayı koyuyoruz. Ve pikaba binip köye dönüyoruz. Kasaları benim arabaya naklediyorlar. 
            Veda ve ayrılış... Derbent Köyü'ne yaklaştığımızda komşu köydeki bir hastamla konuşuyor Hasan Bey. ''Hadi bey evinin önünde bizi bekliyormuş, yemeği onda yiyeceğiz'' diyor ve biraz sonra onunla buluşuyoruz. Yemeği bir başka zamana erteleyip Derbent'e ilerliyoruz ve Hasan Bey'i köyün girişindeki evine bırakıyoruz. 
            Bu köydeki Bizim Köfteci benim uğrak alanlarımdan biri olduğundan abimle giriyoruz ve o nefis köftelerle açlığımızı gideriyoruz. Yola koyulup akşama doğru Yalova'ya vardığımızda şahrin uğultusundan uzaklaşmanın faydasını gördüğümüzü anlıyoruz.