Uzun uzun düşünmüştüm ''halının altına süpürdüğüm'' bu anıyı yazsam mı acaba diye... Sonra içimdeki o ses şöyle diyordu: ''Yaz, neden yazmayacaksın. Onu yazma, bunu yazma. Nedir kendine uygulayageldiğin bu sansür! Nasıl olsa deve bayırı aşmış, yaz gitsin...'' Derler ya ''O da yalan, bu da yalan...En sonunda fili de yutmuş yılan...''
            Yazmanın ne sakıncası var ki! Kimsenin günahını almıyorum ki! Özellikle hekimlik mesleğinde kendimizi frenleriz ve bazı sırlar bizimle birlikte mezara kadar gider... Buna hasta sırrı denilir. Çünkü bu sır bizim vicdanımıza emanet edilmiştir. Ama meslektaşlar arasında oluşagelen bazı diyalogları bu sırrın dışında telakki etmek gerekir diye düşünüyorum. O bir süreçtir ki... Hangisi mi? İhtisas denilen o yorucu ve de insanın zaman zaman kişiliğini törpüleyici ve incitici maratondan bahsediyorum. Sabır lazım, metanet lazım... Hakkı korumak lazım... Şairin o sözünü çok severim: ''Sonra hak, sonra sebat, işte kuzum insanlık...'' 
            Sebat da bir yere kadar hani... İnsan olarak zayıf yaratılmışız. Bir noktada bardak taşabiliyor. Hele benim gibi gururuna düşkün birisi için haysiyet her türlü dünya nimetinin üstündedir. Mevlana ne güzel söylemiş...''Alemin bal şerbetinden bana ne?/ İşte önümde benim ayran tasın./ Ne malım mülküm var, ne azığım./ Ben gene de senin azığın olsun diye çalışırım./ Senin başını sokacak bir yerin olsun diye,/ Senin bir dikili ağacın./ Ama hürriyeti kulluğa taş çatlasa satmam!''
            Ama... Öyle de küçük bir çıkar için kulluk eden, takla atan bir sürü insan görmüşümdür. Sözü, girişi biraz uzattığımın farkındayım. Merak etmeyin, sadede geliyorum. İşte hayatımdan bir kesit...
            O sabahki vizitte başasistanla hastaları dolaşıyoruz. Prostat ameliyatı yapmış olduğumuz bir hastanın başına geldiğimizde pansuman yaapmaya başlıyorum. Başasistan konumundaki doçent de beni izlemekte ve talimatlar vermekte. Hastanın göbek civarında da bir kızarıklık göze çarpıyordu. Hasta karnını göstererek ''hocam biraz sızlıyor'' diyordu. O sırada doçent soruyor bana: ''Bu nedir?'' Başımı kaldırıp yüzüne bakıyorum... ''Abi hastanın şişkinliği oluşmuş. Yürümesini söyledim ve hastabakıcıya da termofor vermesini söyledim. Termoforu üşer saat ara ile yirmişer dakika uygulaması gerektiğini söylemiştik. Hasta ise saatlerce uygulamış!''  Birden sesini yükseltmez mi Zat-ı Şahaneleri(!)... ''Kardeşim bu bir işkence resmen... Senin yaptığını Jivkov bile yapmaz Bulgaristan Türkleri'ne!'' O zaman da bu konu gündemdeydi ya... Ve coştukça coşuyor. Hani öğrencilere ve hasta yakınlarına karşı da bir güç gösterisi adeta... Yani resmen ego tatmini... İçimden de şöyle diyorum: ''Ben sana yapacağımı bilirim, ama lanet canına kör şeytan... Ya sabır!'' O kutlu söz geliyor aklıma o an... ''En büyük insan öfkesini yenen insandır...'' Neyse, alttan alıyorum ve almak zorundayım. Ama içimden de şöyle diyorum: ''Her maçın bir rövanşı vardır.''
            Ondan sonraki vizitlerde vücut dilimi kullanıyorum. Fazla da değer vermediğimi hissettiriyorum. Koridorda görsem selam vermiyorum. Birkaç gün sonra ameliyata iniyoruz. Zat-Şahaneleri(!), ben ve benim kıdemsizim... Bizde de kuraldır; herkes poliklinkten yatırdığı hastayı ameliyat eder. Ben de iki hasta hazırlamışım... Neyse, hastayı boyuyorum ve cerrahi tarafa geçiyorum. Baştan da laf arasında mesajı vermişim zaten... ''Poliklinikten yatırıp hazırladım.'' diyorum. Bunun tercümesi şu: ''Bu hastayı ben ameliyat etmeliyim!''
            O da ne! Birden Zat-ı Şahaneleri demez mi bana ''sen gel bu tarafa, asiste edeceksin. Bu vakayı ona yaptıracağım...'' Haydaaa! ''Ona'' dediği kişi benim kıdemsizim. Anadoluda bu durumlarda şöyle denir: ''Niye yani, o orta tarlanın tohumu mu?'' Kan beynime sıçramıştı adeta. Yutkunabildim o an sadece... Ve yardım etme görevi veriliyor bana. Ama ben de tavır koyuyorum ve kendimce bazı yöntemler kullanıyorum. İkisi de debeleniyor. Zat-ı Şahaneleri o halimi görünce ve ''ne yapıyorsun'' diye sorduğunda cevabı yapıştırıyorum...''Böylesi heyecanlı oluyor, heyecanı severim!'' Yüzünde tikler  beliriyor; kıpkırmızı oluyor ve sadece  yutkunuyor. Anladı pabucun pahalı olduğunu... Eminim içinden şöyle demiştir: ''Şuna bak, bir asistan parçası bana tavır koyuyor...'' Evet, alaycı bakışlarımdan düşüncelerimi okumuştu elbette... ''Ameliyattan çıkabilirsin'' dediğinde dönüp sert bir bakış atıyorum... ''Zaten istediğim de buydu'' diyorum ve ameliyathaneyi terkediyorum. Ve servisteki odamızda asistan arkadaşıma konuyu sinirli bir şekilde anlatırken yan odadan en kıdemlimiz geliyor. Duymuş dmek ki. ''Bu adamı gidip Anabilim Dalı Başkanı'na şikayet edeceğim''  dediğimde  engel oluyor... ''sakin ol, Lider Hoca seni değil de onu tutar. Ben konuşurum'' diyor. 
            Bundan sonra  Zat-ı Şahaneleri'nin bana karşı davranışları daha ölçülü oluyor. Bunları niye anlatıyorum? Elbette maksadım kendimi övmek veya  cesaretli olduğumu göstermek değil... Mahalle kabadayısı değiliz ki! Ben de daha sonra bir başka üniversitede bir süre kariyer yaptım, yardımcı doçent oldum. Ama altımdaki insanları ezmek aklımın ucundan bile geçmedi.
            Şuna inanırım: ''İnsanın makamı büyüdükçe kendinin küçülmesi gerekir.'' Elbette tevazu anlamında söylüyorum. Zira mezarlıklar kendini beğenmiş insanlarla dolu...
            Denir ya... ''Şimdi dayansın ehli kubur!''