Sabah ezanı okunuyordu. Hayat yorgunu adam besmeleyle ve sağ ayağı ile olmasına dikkat ederek sokağa ilk adımını attı. Genel olarak güne; gözlüklü bakkalın işlettiği kahvehanenin kapısını açıp çay ocağının ateşini yakmak ve çayı demlemekle başlardı. Gözlüklü bu iş için ona bir ücret ödemez, Mısda (Mustafa) Onbaşıdan hiç çay parası almazdı. Mısda Onbaşı kış günleri ortadaki kocaman sobayı da yakar, Gözlüklünün adamı çaycı Hüseyin’nin gelmesini beklerdi. Gün ağarırken Hüseyin gelir, bir iki hoş beş ve birlikte içilen ilk ağız demli çaylardan sonra günlük nafaka için Mısda onbaşı yola koyulurdu. O sabah kahvenin kapısında bekleyen deveciyi gördü. Adam çok çok üşümüşe benziyordu.

- Hayırdır ağam; çok çok üşümüşe benzersin.

- Develeri, culukları (hindi) arka barınağa çektim. Yol çok zorluydu; kar tipi hem hayvanları hem bizi çok zorladı. Develerin sırtında odun yüklü, culuklar da neredeyse telef olacaktı.

- Ağam hele şöyle az dur, önce sobayı yakalım, çayı da ardından demleriz. Çabuk olur, içini ısıtır. Bu havada yalnız yola çıkılmaz, sen neden yalnız düştün yollara.

- Sorma ağam büyük oğlum hasta, döşekte yatar. Küçük oğlan da askerlik eder, iş başa düştü. Mısda Onbaşı taş yapı ustasıydı. Kışın iş olmaz, geçim zor olurdu. Soba harlanmış, çay demlenmiş, tan yeri ağarmaya başlamıştı. Culuklar aklına takıldı;

- Kaç culuk getirdin, fiyatı nedir?

- Yirmi idi. Yolda telef olan var mı bilmem.

- Kabala hesap hepsi için ne hesap edersin?

- Alıcı sen isen; sen ne verirsen odur.

Birazı peşin, kalanı sonra olacak şekilde anlaştılar. Hüseyin gelince kahvehaneyi ona teslim edip, culukları önüne katıp çarşının yolunu tuttu ama o; taş yapıların ustasıydı. Culuklar sağa sola dağılmasın diye elindeki sopayla onları bir arada tutmaya çalışıyor, arada bir de yem veriyordu. Bir iki saat sonra çarşı çevresi hareketlendi, esnaftan hindilere bakıp, fiyat soran olmaya başladı. Bu işte hiç deneyimi olmayan Mısda onbaşı başlangıçta tutuk ve çekingen olsa da çarşı esnafı şakalarıyla, pazarlık yöntemiyle onu rahatlattı. Akşam karanlığı çökerken hindi sürüsü sekize düşmüş, onikisi satılmıştı. Mısda Onbaşı evde toprak dama çıkmak için dayalı süllümü (merdiveni); hindiler üstünde tünesin diye yere indirdi. Elini yüzünü yıkayıp, şükrederek odaya girdi. Oğlu dört, kızı iki yaşındaydı. Önce onları sevip, okşadı sofrada da olup biteni hanımı Şerife’ye anlattı. Bu yeni iş Mısda Onbaşının hoşuna gitmişti. “İnşallah böyle iş kısmetleri olur, çoluk çocuğun rızkı çıkar” diye girdi yatağa. Sabaha karşı yine dualarla çıktı evden. Hindiler merdivende tünemiş duruyordu. Kahvehaneyi açmadan deve barınağına baktı, develer duruyordu, demek sahibi de buradaydı. Soba harlanmış, demlenmiş çay kokusu kahvehaneyi doldurmuştu. Deveci kapıdan girdi, selam verip sobanın başına geçti. Mısda Onbaşı bir elinde çay, öbür elinde culuk hesabından kalan borcunu uzatıp, deveciyle helallaştı. Şerife kadın sabah ilk iş, hindilerin durumuna baktı. Her taraf hindi boku içindeydi. Hindilerden biri de ayağı merdiven basamağına takılmış baş aşağı duruyordu. Hemen oğluna seslendi; - Babanı çağır, acele gelsin. Bu hayvanlardan biri öldü mü ne… Mısda Onbaşı oğlundan önce ulaştı eve, baktı hindinin bacağı kırılmış. - Hanım sen o keskin bıçağı getir. Bu da bizim, çocukların kısmetiymiş… O gün Mısda Onbaşı kalan hindileri de satıp bitirdi. Babamın taş ev ustalığından seyyar satıcılığa geçişi böyle başladı. Zamanla bir el arabası edindi. O arabayla mevsimine göre elma, portakal veya kavun, karpuz satıp çoluk çocuğunun rızkını çıkarmaya uğraştı. Culuk olayının bende bıraktığı derin iz ise; tadını hiç ama hiç unutamayacağım anamın pişirdiği hindi kavurmasıydı. Bir diğeri de; babam hindinin kaval kemiğinden; kendime güzel bir sigara ağızlığı yapmış olmasıydı.