Genç bir mühendis olarak şirketin proje bölümünde çalışıyordum. Çok saygı duyduğum ve bugün rahmetle andığım değerli patronumuz beni odasına çağırdı ve: - Çerkezköy’de aldığımız iki işimiz için şantiye şefi olarak seni düşünüyorum. Proje konusunda oldukça iyisin ama; mesleki gelişimin için pratiğin de olmalı. Düşün, yarın kararını bildirirsin. Tekirdağ’ın Çerkezköy ilçesinde yeni kurulacak iki büyük tekstil fabrikasının iklimlendirme “klima” ve sanayi ısı ihtitacı “buhar” merkezi işlerini yapacaktık. 1974 yılının ilkbahara ilk adım günleriydi. Şantiye kuruluşumu yapmak üzere İstanbul Topkapı’da bindiğim otobüsten Çerkezköy merkez meydanında indim. Çerkezköy adı gibi büyücek bir köydü. Sanayi bölgesi olarak yeni ilan edilmişti. Yapımında benim şantiye şefi olarak görev yapacağım fabrikalar; Çerkezköy Saray-Vize yolu üzerinde üçüncü kilometrede ve karşılıklı diye tarif edilmişti. Meydanda taksi, dolmuş gibi yararlanabileceğim bir araç bulmaya çalıştım ama yoktu. Bir esnaf: - Saat onbir, oniki civarında…. Köyünden arabasıyla buraya süt getiren biri var. Bekler söylersin, belki sana yardımcı olur. Saat henüz sabah dokuz gibiydi. Beklemek, vakit geçirmek için yer bakındım ve sonunda tren istasyonundaki lokantaya girdim. Aklımda “tren garı lokantalarının yemeği çok iyi olur” diye kalmıştı. Bugün bile tadını unutamadığım kurufasulye ve turşu yedim. Sonuna beklediğim sütçü geldi. Beni şantiyeye bıraktı, para da almadı. Yararlanabileceğim aracı ancak Çorlu’dan bulabileceğimi söyledi. Bir de ev bulma sorunum vardı. Belediye binasının hemen arkasındaki ikinci sokakta tek kat ve üstünde çatısı olmayan ve yine o günlerde bölgenin en iyi kiralık evi olan bu evi kiraladım. Yağmur yağdığında bari tek noktadan aksın diye de salonun tavanına naylon gerdim. Kısa zamanda her şey yoluna girdi. Şantiye çalışmaları hızla ilerliyor, biz aile olarak genişçe bir tarlanın sokak tarafına yapılmış evimizde; sıcak komşuluk ilişkileri yaşıyorduk. Belediye binası önündeki meydanda haftada bir gün Pazar kuruluyordu. O günkü pazarda eşimle alışveriş yaparken, önünden geçtiğimiz yaşı epeyce ilerlemiş olan bir hanım teyze; önünde ayakları bağlı duran beş altı ördeği göstererek: - Abe evlatcazım al bu hayvancıkları. Yumurta da yaparlar. Zarar yapmazlar. Ben buncazları çok severim ama yaşlandım. Artıkın buncazlara bakamam. Ördekler böylece ailemizin yeni üyeleri oldular. Onlar için evin yan tarafında kocaman bir çukur açıp, mini bir gölet, arka tarafa da bir yuva yaptım. Onlar bize, biz onlara çok çabuk alıştık. Oğlumla da çok iyi arkadaş oldular. Onlar için başlangıçta yem, bayat ekmek alıyordum. Sonraları şantiyeden yemek ve ekmek artıklarını getirmeye başladım ve bu çok daha hoşlarına gitti. Akşamları Kıbrıs Çıkarmamız nedeniyle; bulunduğumuz Trakya bölgesinde karartma uygulanıyordu. Bu nedenle geceleri çevre çok sessiz oluyordu. Ördeklerimizin uyku öncesi kendi aralarındaki söyleşi ve sohbetleri bizlere bazen şarkı, türkü bazen da ninni gibi oluyordu. Sabahları ise gagalarıyla evin tahta kapısına gagalarıyla tak tak vurarak; adeta “kahvaltımız nerede kaldı” diyorlardı. Dostluğun, sevginin en güzel örneğini ise akşamları iş dönüşü yaşardım. Ördeklerimizin tamamı benim iş dönüşümü sokağın başında bekler, trafik akışı olan Saray-Vize yoluna adım atmazlardı. Ben hizmet aldığımız taksiden sokağın başında indiğimde; hepsi birden sevinçle paçalarıma dolanır, sevinç çığlıkları atarak, yanımda arkamda önümde uçuşarak beni evin kapısına kadar getirirlerdi. Sonunda ayrılma vakti geldi ve bizim için çok zor oldu. Onları ev sahibimize emanet ederek ayrıldık. Aradan iki yıl geçti. Bir iş için bölgeye gittiğimde eski evimize de uğradık. Şaşılacak ve inanılmaz bir şekilde ördeklerimiz bizi tanıdı.