İnsan belli bir süre sonra her ortama az çok uyum gösterir ya... Çadırların etrafında bir yandan et yiyoruz, bir yandan da semaver çayı içiyoruz. Derin bir sessizliği bozan bazı sesler de işitmiyor değiliz. Kulağıma yabancı gelen bu sesler hem irkilmeme, hem de haz almama sebep oluyor diyebilirim. Tiz bir ses duyuyorum ve kulak kabartıyorum. Oğuz ve Sait ise bu seslere aşina olduğundan benim kadar çevreyle ve seslerle ilgilenmedikleri dikkatimi çekiyor. Öyle bir ses ki gecenin sessizliğini yarıyor adeta. ''Tilki sesi'' diyor Oğuz, ''muhtemelen yavru doğuruyordur, ya da sancılanmıştır.'' Atılıyorum... ''Aman ayı sesi olmasın da!'' Hani bazı hususlar abdala ayan olurmuş derler ya... Benimki de o misal. Biraz sonra ileriden bir ses daha geliyor. Bakışlarımız ormanın derinliğini taramakta... Oğuz yanına iyi ki kuvvetli bir el feneri almış. Feneri sesin geldiği noktaya yönlendirdiğinde bir de ne görelim! Parlayan birkaç göz! Kocaman bir boz ayı sırtını çama dayamış, kaşınıyor. Yanında da iki yavrusu, yani palak... Varlığımızı umursamıyor bile. Hani derler ya ''korku ve panik bulaşıcı bir hastalık gibidir, endişeyi tetiklwr de tetikler.'' Bende de o korku emarelerini gösteriyor. Sait ayağa kalkıp onlara doğru birkaç adım attığında ayı yolunu değiştirip ormanın derinliğine sığınıyor adeta. ''Tuh'' diyorum, ''keşke bir fotoğrafını çekseydik!'' Oğuz takılıyor... ''Gözlerin adeta yerinden fırlamıştı, onu düşünecek halin yoktu ki!'' Gülüyorum... ''Gerçek ayrı, romantizm ayrı. Ayıları belgeselde izlemekten farklıymış böyle gözgöze gelmek.''

            Çayımı gecenin o sessizliğinde yudumlarken ''Oğuz'' diyorum, ''aslında ben yaban hayatı belgeselcisi olmalıymışım.'' tebessüm ediyor... ''Peki bir farenin ya da yılanın kuyruğundan tutup havada sallayabilir miydin?'' Gülüyorum... ''Yılandan ödüm patlar. Seni yanıma alırdım, gözlemleri ve yorumları ben yaparken o yılanı da sana tuttururdum!''

            Sait oldukça durgun ve dalgın bir halde. ''Ne iş yaparsın Sait, sen hep böyle durgun musundur? Yoksa bir derdin mi var?'' diye sorduğumda bakışlarını benden kaçırdığını ve önüne baktığını görüyorum. ''Mandıracılık yapıyorum abi, ama...!'' diyor ve susuyor. Oğuz söze karışıyor. ''Sorma, onun başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi. Zavallı perişan oldu. Allah görünür görünmez beladan ve iftiradan korusun herkesi!'' Sorduğuma da pişman olmuyor da değilim aslında. İçimden de ''adamın derdini deşmenin bir alemi var mıydı, ne diye sorarsın'' diye kendime de kızmıyor değilim.

            Sait anlatmaya başlıyor: ''Yeşilşehir'de bir yazlık almıştım. Yazları giderdik ailece. Birkaç yıl önce de yine gitmiştik. Bir öğle saatinde araba ile ara mahallelerden geçiyoruz. Birden iki genç kız belirdi önümüzde. Birisi birden kendini arabamın önüne atmaz mı! Fren yaptım, ama çarpmaktan da kurtulamadım!''

            ''Sonra?''

            ''İndim, kız yaralanmış, yerde yatıyor. Birden etrafımızda tipi bozuk bir sürü genç peyda olmaz mı! Nerdeyse linç edecekler. Derken birisi bağırıyordu o kalabalığa ve beni korumaya çalışıyordu ve bir yandan da polisi arıyordu!''

            ''Eee!''

            Adam iri kıyım birisi. ''Şimdi de bu adamda mı sıra? Bana da aynı numarayı yapmıştınız lanet olası insanlar!''

            ''Nasıl yani?''

            ''Nasılı şu... Meğer bu mahalledekiler para sızdırmak için yalandan kendini arabanın önüne atarmış!''

            ''Bir çeşit şantaj ve senaryo yani!''

            ''Aynen öyle. Polis ve ambulans gelip yaralıyı aldı ve beni de polis hastane acil servisine götürdü. Alkol muayenesi vesire... Birkaç saat sonra yaralıya hayati tehlike verilmez mi!''

            ''Bak işe hele!''

            ''Haliyle gözetim altına alındım. Hasta da iki gün sonra ölünce tutuklandım. Uzatmayalım, gören şahitler sayesinde iki sene yatıp çıktım. Ama az da paramı yemedi karşı taraf...''

            Omuzuna dokunuyorum... ''Allah iftiradan ve şerden korusun!''

 

            Sait'in bu acıklı hayat hikayesini dinledikten sonra çaylarımızı yudumlamaya devam ediyoruz. Bu arada şöyle düşünmeden edemiyorum... ''Ara sıra doğaya sığınmak ve beynimizin içini esir alan, bizi geren, strese sokan ortamlardan ve etkenlerden uzaklaşmak gerek. İşte tam da bu ortam çok dinlendirici...'' Zira ağaçtaki kuşların sesine karışan çekirge sesleri ve ilerideki dereden gelen kurbağa sesleri sanki doğanın bize verdiği bir konseri andırıyor. Hele de neye seviniyorum biliyor musunuz! Söyleyeyim... Burada hased, dünya malı sevdası ve onunla övünen kimse yok. En sevmediğim şey serveti, malı mülkü öne çıkarıp bunları övünme vesilesi yapmak şeklindeki davranış şeklidir.  Sanki bu dünyada ebedi kalıcıyız, sanki birgün bunları bırakıp gitmeyeceğiz de...

            Bu düşüncelere dalmışken birden o yolu aydınlatan bazı ışıklar görüyoruz. Bakışlarımız o tarafı taramakta. Hareket eden dört ayrı el feneri sanki bize doğru yaklaşmakta. Otomobil desem değil, çünkü motor gürültüsü yok. Üçümüz de nefeslerimizi tutup o tarafa bakıyoruz. Bakıyorum ki Oğuz hemen çadıra yöneliyor ve dönüp o soğuk metal aleti bana gösteriyor. Bakışları ile şunu demek istiyor: ''Rahat ol, elimiz pancar doğruyor değil ya!''