Yatağım cam kenarındaki ranzanın üstüydü. Yatağa girince uzun süre uyumaz, boğazın ışıltılı yakamozunu, geçen gemileri seyrederdim.

Kandilli Kız Lisesi’nde paralı yatılı okuyordum. Bir de parasız yatılı arkadaşlar, üst sınıftan ablalar vardı. Hafta sonları ben evci çıkardım, pazartesi sabahı da abim beni okula bırakırdı. Henüz on dört yaşındaydım, genç kızlığa yeni adım atmıştım.

Parasız yatılı okuyan arkadaşlarım, ablalar hafta sonu çıkışlarda, hafta başı sabahı dönüşlerimde beni ilgiyle izlerlerdi. Onlar genellikle dar gelirli ailelerin kızlarıydı. Hafta başında abimin aldığı çikolataları onlarla paylaşmak çok hoşuma giderdi.

Yine bir hafta sonu abim beni okuldan aldı, arabayla giderken uygun bir yede durup;         “Dün sabah ablam doğum yaptı, bir oğlu oldu. Annem de orada, biz şimdi oraya gideceğiz. Sen ablamıza veya bebeğe bir şey almak istersen, ona göre yola devam edeceğim.” dedi. Çok ama çok heyecanlanmış, sevinmiştim. Abime bir şey diyemedim ama arabadan inerken elimde bir çiçek demeti olduğunu fark ettim.

Ablamın odasına girdiğimde dizlerim titriyordu. Yeni doğan bebeklerin çok hoş, çok özel bir kokusu olur, ya da bana öyle gelir ama oda gerçekten çok hoş, çok güzel yeni doğmuş bebek kokusuyla doluydu. Bebek ablamın yatağında gözlerini açmaya, eliyle de sanki bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Ben içimden “geldiğimi hissetti, bana gelmek istiyor” diye düşünürken ablam “önce üstünü değiştir, elini yüzünü güzelce yıka, bebeği kucağına öyle alırsın” deyince bozulur gibi olsam da denilenin doğru olduğunu kabul edip odadan çıktım.

Bebek kucağımda, henüz adı konulmamış ve boynu başını taşıyamıyor. Başını omuzuma koydum. Gözleriyle bir şeyler arar gibi, dilini minicik dudaklarının arasında gezdirip duruyordu. Acıkmış ve meme arıyor diye düşünsem de kucağımdan indirmek istemiyordum.

Cumartesi ve pazar gününü ablamda geçirdim. Pazartesi sabah erkenden, abim beni okula bırakmak için geldi ama ben iki gün okula gitmek istemediğimi söyledim abim de “tamam, çarşamba sabahı gelirim” dedi. Oysa ben bebekten ayrılıp, okula hiç gitmek istemiyordum.

Abim beni okula bıraktı ve hafta sonu gelmek bilmedi. Derslere ilgim kalmamıştı, geceleri boğazı ve geçen gemilere de bakmıyordum. Gece yatağa girince gözlerimi tavana dikip bebeği düşünüyor, öylece uyuya dalıyordum. Hafta sonunu zor getirdim. Gözüm kapıda, ya abim gelmezse diye ödüm kopuyordu.

Yolda abim “bebeğin adı konuldu, bil bakalım ne” deyince şaşırmadım. Abim “Cemal konuldu” deyince de çok etkilenmedim, çünkü o henüz bir bebekti. Hafta sonu nasıl geçti anlayamadım. Abim beni götürmek için geldiğinde; ben okula gitmek istemiyorum dedim. Cemal bebeğin üç yaşındaki abisi Uğur bir köşeye sinmiş, mahsun oturuyordu. Ben Uğur’u çok sevsem de Cemal bebek sanki yüreğimin bir parçasıydı. Abim “okula gitmen gerek, hadi çabucak hazırlan” dese de ben oyalanıp duruyordum. Sonunda annem “bırak bir hafta okula gitmesin, zaten gitse de aklı hep burada olur. Ama sen babana bir şey deme” diye tembihledi.

Bir hafta çabucak geçti. Derslerde aklım hep bebekte ve dalgın duruşum dikkat çektiği için öğretmenlerim hep beni uyarıyordu. Bir keresinde tarih öğretmeniz Remziye Hanım beni okul revirine götürdü “bu kızın nesi var bir bakın, hep uykuda gibi bir hali var” demişti. Çok utanmıştım.

Kararımı vermiştim, okulu bırakacaktım. Hafta sonu arabada abimle hiç konuşmadım. Halim onun da dikkatini çekmiş olmalı ki bana “senin neyin var, hasta mısın” diye sordu. Eve vardığımızda da pek mutlu değildim. Okula gitmeme kararıma annem nasıl tepki verecek diye merak ediyordum. Hafta sonu zor ve ikircikli duyguların karmaşasında nasıl geçti anlamadım. Sabah kapı çalındı, annem “kız sen daha hazırlanmadın mı” deyince irkildim. Sonra “ben okula gitmek istemiyorum, okumak istemiyorum” dedim.

Annem, abim, ablam ne dedilerse boşuna… Ben Nuh dedim, peygamber demedim. Babam olayı haber alınca “fazla üstüne varmayın, seneye devam eder” demiş. Ben ertesi sene de okula gitmedim. Kendi seçtiğim ve benim için alınan çok sevdiğim yatağım, yorganım ve bazı eşyalarım da okulda kaldı, almadık.

Cemal çok sevimli bir bebekti. Kolları, bacakları dolma, yanakları elma bibiydi. Annem kendi evimize gitmişti. Ben Cemal için hep ablamda kalıyordum. Henüz altı yedi aylık olmuştu ki, yeni bir bebek haberi daha, abimlerin ikinci çocuğu Damla doğmuştu. Onu da çok merak ediyordum ama Cemal’den nasıl ayrılacaktım…

İki ev, iki bebek arasında mekik dokumaya başladım. Günler hızla geçiyordu. Okullar açılmıştı ama benim okul işim çoktan unutulmuştu.

Sonunda iki bebekte bizim eve alındı. Annemin yükü epeyce ağırdı. Babamsa keyif adamıydı. Akşamları güzel bir masa ister ve bir iki kadeh rakısını yudumlardı. Dışarıda yemek yemişse dönüşte bana kokoreç getirirdi. Mutluyduk yeğenlerim de büyümüş yürümeye, koşmaya başlamışlardı. Ev düzenimiz değişmiş, eşyalar kaldırılmış onlar için oyun alanı açılmıştı. Biri teyze, o susmadan öbürü halaaa diye bağırıyordu. Sonra okul dönemi başladı ve yıllar su gibi akıp geçti.

Babam bana çok düşkündü ve bir dediğimi de ikiletmezdi. Güzel ve alımlı bir kızdım. Hep şık ve pahalı marka giyiniyordum. Yaşım yirmi olduğunda da babam gelenlere “kızım daha çok küçük veremem” diyor, ben de kimseleri beğenmiyor, otuzumdan önce evlenmem diyordum.

Kader bu ya, ben otuzuma geldiğimde babam aniden rahatsızlandı ve bir ay içinde de kanserden kolumda öldü, ailecek yıkıldık. Abim işleri yürütemedi. Önce babamın kırmızı Mercedes’i sonra kamyonlar satıldı ve işyeri tamamen kapandı. Tam bu sıkıntılar yaşanırken Büyük Marmara Depremi bizi ve bizim apartmanı da vurdu.

Çok zor durumdaydık. Ablamların yanına sığındık ama olmuyordu… Kiraya çıktık yine olmadı. Çok zor durumdaydık, tekrar ablamların yanına döndük. Eniştem ve ailesi bize kol kanat gerdiler, bizi koruyup kolladılar. Ben yaşananları kader bildiğimden hiç küsüp isyan etmedim. Sonunda binamıza güçlendirme yapıldı, evimize taşındık. Tek gelirimiz babamdan kalan emekli maaşı annemle bana pay ediliyordu. Yaşım kırka yaklaşıyordu ve annemin sağlığı da giderek bozuluyordu.

Annemi hastaneye götürdüğümüzde “kalp doktoru Ayşegül Hanım ilgilenecek” dediler. Ayşegül geldi, önce bakıştık sonra sarılıp kucaklaştık. Önce anneme güzelce baktı ve hastanede yatmasına karar verdi. Annemi yatırdıktan sonra beni odasında beklediğini söyledi. Memnun, mutlu ve de şaşkındım.

Söylediği kahveyi içerken Kandilli’den ve arkadaşlardan söz ettik, içim bir tuhaf oldu. Ayşegül “aniden okulu bırakmana bir anlam veremedik, kimimiz ailesi iflas etmiş, kimimiz aile kavgası falan diye düşünmüştük” diye beni o günlere götürdü. Hüzün, iç acısı ve çok derin bir pişmanlık yaşıyordum. Sınıf arkadaşlarımızdan benim dışımda dökülen olmamış, hepsi de üst düzeyde eğitim almış başarılı olmuşlar.

Bir hafta sonra annemi sağlığına kavuşmuş olarak hastaneden çıkardık. Ayşegül’le vedalaşırken kafamda ‘okumuş başarılı bir doktor olmuş, bir doktorla evlenmiş, bir oğlu bir kızı olmuş, sen ne oldun’ sorusu dönüp duruyordu. Ayşegül telefon numarasını verirken “hiç çekinmeden her zaman arayabilirsin, annenin durumuyla ilgili beni arada bilgilendir” dedi.

Eve dönerken kararımı vermiştim, evlenecektim ama kiminle? Ya kısmet diye niyetine girsem de çocuk yapmam çok zordu. Taliplimle önceden konuşurum diye kurarken bir yandan da kendi kendime ‘senin zaten annesinden çok daha fazla emek verip büyüttüğün bit çocuğun Cemal’in var’ diye kendi teselli ediyordum.

Tam kırk ikinci yaşımda, eşinden altı yıl önce boşanmış iyi eğitimli biriyle görücü usulüyle tanışıp evlendik. Başlarda biraz bocalasam da zamanla eşime bağlandım ve sevdim. Sima olarak babama da epeyce benziyordu. O da bugüne kadar babam gibi bir dediğimi ikiletmedi. Güzel bir bahar sabahında annemi de kaybettik. Yeni hayatımda benden yaşça epece büyük olan eşim; artık annem, babam gibi olmuştu. Ayşegül arkadaşımla çok sık olmasa da arada bir telefonla görüşüyordum. Okulu bırakmış olmaktan dolayı yaşadığım derin pişmanlık için Ayşegül “bazı arkadaşlarımız evlilikte aradığı mutluluğu bulamadı ve boşandı. Yani mutlu olmak için illa da okumuş olmak, üniversite bitirmek yetmiyor. Hayatta eğitim ve para zaten niçin istenir, mutlu ve iyi bir yaşam için… Sen şu anda mutlusun ve sağlıklısın, evin var, sevdiğin bir eşin var. Sen hayatın tadını çıkarmaya bak” diye beni teselli ederdi.

Evimizin geniş bir bahçesi, bahçede çok güzel çiçeklerimiz vardı. Eşim çok sağlıklı ve bahçe işlerini çok seviyordu. Birçok çiçeği kendi çoğaltıyor, konu komşuya ve konuklarımıza hediye ediyordu. Sağlık ocağındaki aile doktorumuz eşime “hazır gelmişken kan değerlerine bir bakalım” diyor. Sonucu ise; iki yılı aşkın sürede eşim değişik hastanelerde tam on üç operasyon geçirdi. Çok şükür bu aralar oldukça iyi görünüyor ve bahçeyle uğraşıyor.

Öz çocuğum gibi gördüğüm yeğenim Cemil’de benim gibi kırkından sonra evlendi. Senesine de bir kızı oldu. Kızı benim için torun sayılsa da ancak altı aylıkken sadece bir kez görebildim. Çünkü sorumlu olduğum bir yuvam ve ikisi oldukça ağır, ondan fazla operasyon geçirmiş olan bir eşim vardı ve ben onu yalnız bırakamazdım.

Cemal hemen hemen her gün beni arar, telefonla uzun uzun konuşuruz. Kızı biraz geç konuşsa da şimdilerde bülbüller gibi şakıyor. Geçen gün yine telefonla konuşurken babasının elinden telefonu alıp bana “teyzeciğim, annem doğum günüm için hazırlık yapıyor. Canım teyzem seni de bekliyorum” deyince gözlerimden yaşlar boşandı. ‘Ben bu doğum gününe mutlaka gitmeliyim’ diye düşündüm.

Bahçede çalışan eşime kahvesini götürdüğümde “sen ağlamışsın” deyince az önceki telefon görüşmemizi anlattım. Eşim “sende biliyorsun ki ben artık iyiyim, birkaç gün idare ederim, sen git, gitmelisin” dedi. Fincanı alıp içeriye girerken şaşkınlık, sevinç, heyecan artık ne denilirse öyle bir durumdaydım ki sanki ayaklarım yere basmıyordu.