İşte bir hafta sonu nöbetindeyim ve poliklinik odasına kapanıp bir neskafe içiyorum. Yolda da yazacağım yazıların planını yapıyordum kafamda. ‘’Acaba bugün ne yazsam ki!’’  Son anda aklıma geliyordu, o samyeli rüzgarını  yazayım dedim, ama masama tıbbi anı kitaplarını dizdiğimde açgözlülük refleksim harekete geçmişti. Tarık Minkari hocanın kitapları bana adeta göz kırpmaktaydı. ‘’Beni yaz’’ der gibi…İçimden şöyle demeden edemiyordum: ‘’Hem o güzel anımı yazayım, hem de o kitaptan alıntı yapayım!’’ Hangi anı diye sorduğunuzu duyuyor gibiyim adeta. Anlatıyorum işte…

    O sabah poliklinikte birkaç hasta bakmıştım ve sekreter sırası gelen hastayı çağırmak için kapıya yönelmişti ki sempatik yüzlü o hastamı görüyordum. Adını bildiğim için listede görmemiştim. Sekreter ‘’kaydolup geliniz’’ dediğinde o hastam sağ eli ile işaret ediyordu: ‘’Muayene olmayacağım, bir görüşüp çıkacağım’’ demekteydi. İşaret ediyordum…’’Zeki bey gelsenize!’’

    Hani ismi yok ya…Sekreter de anlamsız anlamsız yüzüme bakmaktaydı..Ve Zeki bey girer girmez samyeli estiren o ses tonu ile şöyle diyordu: ‘’İyi ki doğdun, iyi ki doğdun!’’ Elbette şaşırmıştım, evet bu güzel bir sürprizdi. Doğum günümü o hengamede unuttuğumu işte itiraf ediyorum. Zeki bey pastayı masama koyup cebinden de çakmağı çıkarıyordu ve üflüyordum mumlara… Ve sarılıyorduk. Elbette çok duygulanmıştım.

    Sağ elimin işaret parmağını o kalbi dostumun kalp bölgesine koyuyordum…’’Demek ki kaplten kalbe ne güzel bir yol döşemişiz, hatta buna otoban desek yeridir’’ diyordum ve sarılıyorduk.

    ‘’Zek bey’’ diyordum, ‘’bu güzel sahneyi, bu kalbi davranışı köşemde yazacağım!’ Gönül kazanmak farklı bir duygu işte..O söz sanırım Yunus’a ait…’’Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil/ Yetmiş iki millet her gün elin yüzün yumaz değil!’’ Biz gönül yıkmayız, gönüle girmeye çalışırız. Derler ya ‘’gönül bir sırça saraydır, kırılırsa yapılmaz!’’

    Zeki bey o entelektüel birikimi ile benim tiryaki okuyucularımdan biri olmuştu adeta…Sıklıkla beni arar ve o haftaki yazımdan aldığı tadı ve hazzı ifade eder ve beni kutlardı. Hoşuma giderdi bu tatlı sürprizler elbette. Boşuna dememişler ‘’marifet iltifata tabidir’’ diye.

    Böyle gönül dostlarımın sayısı fazladır ve sayılarını artırmak için de hep gayret göstermeye çalışıyorum. Yeri gelmişken anlatayım, anlatayım ki güzellikleri paylaşmış olayım. Zira hep şunu işitirim çevremden: ‘’Artık devir kötü oldu, nerde o eski insanlar, nerde o yardımlaşma!’’ Muhatabımın yüzüne hayretle ve anlamlı anlamlı bakarım ve şunu söylerim: ‘’Hayır, kötü insanların sayısı azdır bence. Siz güzel insanları görmek iğstemiyorsunuz. Etrafınıza baktığınızda o merhametli insanları göreceksiniz! Hem de mebzul miktarda. Biz merhamet toplumuyuz!’’

    Yeri gelmişken bir kadim dosttan bahsedeceğim. Ama egomu tatmin için yazmıyorum, Asla! ‘’Bakın ben işte böyle bir insanım’’ deme veya hissettirme gibi bir düşünce bana fersah fersah uzaktır. Bir hastaya prostat ameliyatı yapmıştım. Taburcu ederken ayakkabı numaramı soruyordu…Şaşırmıştım elbette…Ve bir iki ay sonra kontrole geliyordu, ama elinde kolilerle…O da ne! Üç çift ayakkabı yaptırmış. Ama adeta sanat eseri her biri…Şaşırmıştım…’’Hocam’’ diyordu, ‘’bunlar el yapımı, piyasada yok, sırf senin için yaptırdım!’’ Ve o yeşil ayakkabıyı hemen giydiriyordu…’’Nasıl, sıkmıyor değil mi!’’ diyordu. Hayatımda ilk defa bir yeşil ayakkabı giyiyordum.

    Ve o günden sonra dostluğumuz pekişiyordu…Kalbi bir dostluk oluşuyordu…

Aaa! Güya Tarık hocanın kitabından alıntı yapacaktım, ama sayfam doldu…Neyse, başka zamana…