Antalya'daki Üroloji Kongresi'nin ilk günüydü ve ilk oturumun arasındaki kahve molası için salondan çıkıyorduk. Büyük Salondan çıkıyorduk ve haliyle dinleyici sayısı da hayli fazlaydı. Bu yüzden kapıdan çıkarken omuzlar birbirine dokunmaktaydı. Bakışlarım karşıyı taradığından sağımdakine solumdakine elbette bakmıyordum. Ta ki sol omuzuma dokunan kişi yanındaki ile konuşuncaya kadar. Evet, bu ses bana yabancı gelmiyordu o birkaç saniyelik sürede... Hem de o sese çok aşina idim ve refleks olarak soluma baktığımda şaşırmıştım. İbni Sina'daki Lider Hocamdı o... Koridora yöneldiğimizde yanına gidiyordum. Evet, yıllarca bize bilim ve hayat hakkında önderlik eden Lider Hocamız'dı o...Özellikle ufkumuzu açan hayat dersleri verirdi.
Yıllar öncesine gitmiştim. ''Hocam günaydın, saygılar'' dediğimde ayağa kalkıyordu ve sarılıyorduk. Şaşırmıştım... Neden mi? İhtisasım boyunca hiçbir asistana sarıldığını görmemiştim de ondan. Hep bir mesafe bırakırdı zira... Yanlış anlaşılmasın, hepimize değer verirdi, bu da onun tarzıydı demek ki... Hatta bıyık ile de yıldızı pek barışmazdı. ''Hekim bıyıklı olmaz... Hekim hastasının karşısına beyaz gömlekli çıkmalı daima. Sivil kıyafetle hasta muayene ederseniz o hasta kendini değersiz hisseder ve dolayısı ile siz de değersiz olursunuz'' derdi hep. Bunlar elbette hayat dersleriydi ve kitaplarda bulamazdınız bu ifadeleri...
Neyse... ''Seni burada görmek ne güzel, çok mutlu oldum''derken bir eli de omuzumdaydı. Gözlerinin içine bakarak şöyle diyordum: ''Hocam sizlerin sayesinde buradayız. Beni siz yetiştirdiniz. Yani ben sizin eserinizim!'' dediğimde gözlerinin buğulandığını fark etmemem mümkün değildi. Emekli olalı yıllar olmuştu, ama üroloji dünyasından kopmamıştı. Uzun bir stand alanındaydık ve hemen ilerimizde kahve ve çay ikram ediliyordu. Hocam bir bana, bir de koridorun ilerisine baktı. Bir süre sükut etti ve derin bir ah çekti. Belli ki birşeye içerlemişti ve ruh dünyasında bir burukluk vardı. Ben de içimden şöyle diyordum: ''Galiba emeklilik kendisne ağır geldi.''
''Sen mert bir Anadolu çocuğusun. Zaten ben de seni vefa kokan bu kişiliğinden dolayı ayrı bir yere koyardım. Bozulmamış bir Anadolu çocuğusun sen...''
Hakkımdaki övgülerden dolayı utanmıştım elbette... ''Sağolun hocam, bu sıfatlara ne kadar layığım, bilemiyorum. O sizin iyi niyetiniz'' diyebiliyordum. O sırada sağ elinin işaret parmağı ile karşıyı gösteriyordu. Yani koridorun öteki ucunu... ''Hayır iltifat etmiyorum evladım. Sen vefalısın dedim ya... Şu karşıdaki ağalara baksana...Beni görmezden geliyorlar. Bak yönleri de bana doğru... Asistanken böyle miydiler!'' Evet, o yöne baktığımda asistan arkadaşlarımı görüyordum. Beş altı kişiydiler ve bizi görmemeleri mümkün değildi. ''Hepsinde az mı emeğim var! İsimlerinin önü kalabalıklaşınca burunları da büyüdü beyefendilerin. Baksana beni görmüyorlar bile!''
Evet, Lider Hocam önlerini açmıştı onların. Zan beslemiyorum, gördüklerimi yazıyorum burada. Hocamızın önüne koşup ''C harfi'' olmakta şampiyon idi bu meslektaşlarımızdan birkaçı. Elbette hepsi değil. C harfi olmanın elbette saygı ile pek alakası yoktu desem abartmamış olurum. İçimden de şöyle diyordum: ''Tercih edilmek için ille de vahşi kapitalizmin değer yargılarına mı sahip olmak gerekliydi?'' İçimde sitemler ve ahlar vardı elbette...''Hocam belki görmemişlerdir sizi'' diyerek teselli etmek istiyorum.''Hocam ben çay alacağım, siz ne emredersiniz!'' dediğimde ''bana da bir neskafe alırsan'' diyordu. İçimde bir ukde kalmıştı bazı hususlar... Bir cevap verecektim, ama kahveleri içerken bunun muhasebesini de yapmıyor değildim yani... Ama kaş yaparken göz çıkarmak da istemiyordum elbette...Cesaretimi toplayıp ''hocam affınıza ve hoşgörünüze sığınarak Bir şey söylemek istiyorum'' dediğimde tebessüm ediyordu. ''Sen asistanken çok az konuşurdun, ketumdun. Elbette söyle!'' Bakışlarımı kaçırıyorum ve o cümle ağzımdan çıkıyor: ''Hocam ikbal günlerinde insanın etrafı çok kalabalık olur. Menfaat devşirmek isteyen insanlar yerlere kadar eğilirler adeta. Gerçek dostlar ise ikbal günleri sona erdikten sonra insanın yanında olanlardır!'' Arkasına yaslanıyor ve derin bir nefes alıyor. ''Öyle bir özetledin ki ne diyeyim artık!'' diyor. Ve tekrar oturuma giriyoruz. İçimden de şöyle diyorum: ''Acaba haddimi mi aştım!'' Kendimi teselli de ediyorum... ''Yok canım, yüz ifadesi hiç de öyle değildi!'' Tekrar kahve molası verildiğinde kahve içiyoruz. Omuzuma dokunuyor... ''Sen kongrelere eşini de getirirdin. Bu sefer de getirdin mi? Ben de eşimi getirdim. Kahvatlıda ve yemeklerde beraber olalım.''
Tebessüm ediyorum ''getirdim hocam, elbette...''
Ve kongrenin son gününde kahvaltı masasında iki kitap görüyorum, bir anlam veremiyorum. Cebinden kalemi çıkarıp ilk sayfaya birşeyler yazıyor ve kitapları bana uzatıyor. ''Bak anılarımı yazdım, sana hediye ediyorum, okursun...''
Vedalaşıp ayrılıyoruz. O kitapları okuyup köşemde değerlendiriyorum ve hocama posta ile gönderiyorum gazeteyi... Birkaç hafta sonra beni arıyor: ''Beni ne kadar güzel anlatmışsın...''
O şimdi bir selvi ağacının altında ebedi uykusunda... Allah rahmet eylesin.
Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş meğer...