O kitabı okurken hep düşündüğüm ve esef ettiğim o düşünceler kelimelere dökülüyordu...Mırıldanıyordum...''İnsanlar, hele de önemli görevlerde bulunmuş olan Zat-ı Devletlileri neden anılarını yazmazlar! Ben senelerdir anılarımı ve gözlemlerimi yazıyorum, görüyorsunuz işte. Kıyamet mi kopuyor sanki...Yazın kardeşim, yaşadıklarınızı beraberinizde mezara götürmenin ne anlamı var, söyler misiniz!
Şimdi kendi kendime şöyle demeden edemiyorum... ''Alıntıya ağırlık verdiğim bu yazılarımdan dolayı acaba 'bak benzini bitti de gemi karaya vurdu' diye düşünenler olabilir mi?'' Hayır, bendeki yazma gayreti bitmez, merak etmeyin edebi azığım düşünce ambarımda fazlasıyla var. Dediğim gibi ambarım doludur dostlar...
Çok hoşuma gittiği için, okudukça elimden bırakamadığım bu kitaptan sahneler sunuyorum işte...Burada kendimi bir konseri sunan sunucu gibi gördüğümü de belirteyim... Laf aramızda kalsın ama...
İşte söz Temeşvar'lı Osman'ın...
Kaledeki çarşıdan dört beş günlük ekmek ve katık temin ettik. Zaman geçirmeden Segedin'den Baçka kırlarına doğru yola çıktık. Avusturya ordusunun izini takip etmemiz pek de zor olmuyordu. Yakılıp yıkılmış, harabeye döndürülmüş köy ve kasabaları izleyerek ilerliyorduk. Üzerinde yürüdüğümüz ova tıpkı ucu bucağı olmayan çöl gibiydi, en küçük bir gölgelik yoktu. Hararet insanın beynine işliyordu. Allah'tan ki su sıkıntısı çekmiyorduk; önümüzden gitmiş olan Avusturya askerleri konak yerlerinde çok sayıda kuyu bırakmıştı. Kuyuların bir kısmı oldukça derin, bir kısmı kolay ulaşılacak haldeydi. Kuşaklarımızı uç uca bağlıyor, testimizi aşağı salarak suya ulaşıyorduk.
Gündüzleri dayanılmaz derecelere çıkan hararetten, geceleri de sivrisineklerden yolculuk tam bir işkenceydi. En büyük sıkıntımız uyuyamamaktı. Gündüzleri güneş, geceleri de sivrisinekler uyutmuyordu. Öyle ki geceleri birimiz eline tepsi gibi bir şey alıyor, sürekli sallayarak diğerlerini sineklerin saldırısından korumaya çalışıyordu, ama işin doğrusu bu da pek faydalı olmuyordu. Ayrıca canavarlara, haydutlara ve kadanalara yakalanma korkusu yaşıyorduk. Şükür ki Segedin'den yola çıktığımız üç dört gün zarfında ancak iki yerde Sırp haydutlarına rastladık. Bizi sorguladılar, ordunun ardına gittiğimizi öğrenince dokunmadılar. Beşinci gündü, Sombar kasabasına yakın bir yerde Tuna Nehri göründü. Çevrede küme küme ormanlık ve ağaçlıklar göze çarpıyordu. Tuna'nın taştığı günlerdi. Sular nehir yatağından aşmış, bütün o ormanlık yerleri ve sazlıkları kaplamıştı. Tahminimize göre Sombar kasabası da boştu. Kasaba bir buçuk yahut iki saatlik bir uzaklıkta görünüyordu. Avusturya ordusunun o tarafa doğru gittiği izlerden belliydi. Biz de aynı yönde yürümeye devam ettik.
Oldukça yorgun düşmüştük, kasabaya da epeyce mesafe vardı. Küçük ormanlardan birisinin kıyısına gelince dayanamadık; ''gölgede biraz uyuyup dinlenelim'' diye düşündük. Ama uyumak ne mümkün! Yiyeceğimiz ir gün öncesinden bitmişti, açlık uyutmuyordu. ''Acaba ne yapsak'' diye düşünürken nehirdeki küçük bir gemi gözümüze ilişti. Kıyıya yanaşmış bağlı duruyordu. Kendi kendimize müzakere etmeye başladık. ''Acaba gemiden para karşılığında yiyecek birşeyler bulamaz mıydık!'' Gitme görevi de bana verildi. Arkadaşlarım ağaçların altında beklemeye başladılar. Ben kalkıp gemini yanına gittim. Çekine çekine yakınına kadar yürüdüm. Yaklaşınca onlar da beni fark etti. Görünümleri hiç hoşuma gitmemişti, ama artk geri dönemezdim. Sekiz on Macar haydudu gemilerini bağlamışlar, bazıları da karaya çıkmışlardı. İçlerinden birisi de kadındı. Macar'ların kimisi dinleniyor, kimisi de ateşin başında balık pişiriyor, kimisi de elbiselerini çıkarmış bitlerini ayıklıyordu. Doğruca yanlarına vardım. Sırpça selam verdim ve ''para ile satacağınız ekmeğiniz yok mu'' diye sordum. Korktuğumu hissettirmemeye çalışıyordum. İçlerinden biri Sırpça biliyormuş. ''Sen kimsin'' diye karşılık verdi. Ben de ''esiriz'' diye cevapladım. Aynı adam kuşkuyla konuşmasını sürdürdü: ''Burada Müslüman esiri ne gezer, nerede esir oldunuz?''
''Lipova kalesi'ndeniz. Avusturya askeri gelip kaleyi aldı, bizi esir etti. Onbeş gün oluyor. Sahiplerimiz bizi fidye parası için Temeşvar'a göndermişlerdi; şimdi yine onlarla buluşacağız. Kendileri orduyla Erdüd ve Ösek taraflarına gitmişler. Biz de verdiğimiz sözü yerine getirmek üzere arkalarından gidiyoruz.''
Aralarında Macarca konuşmaya başladılar. Konuşmalarını az da anlayabiliyordum. Birbirlerine ''şimdi bunu ne yapalım'' diye soruyorlar, tartışıyorlardı.
''Soyup öldürelim. Kırın bayırın başı; şahidi yok, ispatı yok!''
''Hem doğru söylediğini nereden bilelim? Kim bilir belki de casustur, elimize girmişken salıvermek olur mu?''
Aralarında tartışırlarken içlerinden birkaçı kalkıp yanıma doğru gelmişti.. Aniden hücum edip üzerime atıldılar. Kaçmaya yeltendim, ama artık mümkün değildi. Adamlar sıkı sıkı sarılmışlar, bırakmıyorlardı. Diğerleri de koştular. Birisi boğazıma yapışırken diğerleri de ellerimi arkama büküp bağlamaya çalışıyorlardı. Nefesimin kesildiğini hissettim.
Biraz sonra ellerim arkamdan sıkıca bağlanmış bir halde, tekmeler arasında gemiye doğru sürüklenip itekleniyordum. Gemiciler beni tekneye bindirdikten sonra karadaki malzemelerini aceleyle topladılar. Ateşi söndürüp hepsi de koşturup gemiye douştular. Gemi nehirden aşağı doğru kaymaya başladığında elimin iplerini çözdüler. Üzerimi aramaya başladılar. Elbiselerimi tek tek çıkarttılar. Çırılçıplak kaldım.