Tetkiklerini istediğimde ayağa kalkıp bakışlarını üzerime dikiyordu. Bir süre sessiz kaldıktan sonra ''nerelisiniz'' diye soruyordu. Memleketimi söyleyince ağzından gayriihtiyari ''yaa öyle mi'' cümlesi çıkıyordu. ''Ben de liseyi Karlışehir'de okudum. Hatta müdürümüz de...'' diyor ve sonunu getiremiyordu. ''Hay Allah neydi, bak unuttum, ama bir güreşçi olduğunu hatırlıyorum'' diyordu.
''Ben de Karlışehir Lisesi'nden mezunum. Müdür de sanırım Raif Bey'di, ama soyadını ben de şu anda hatırlayamadım'' diyordum. Bir yandan da polikliniğin kapısına bakıyordu.
''Ben anılarımı yazarken Stefan Zweig'in çok hoşuma giden şu cümlesi ile başlamıştım'' diyordum. Merakla soruyordu: ''Ne gibi?'' Sağ elimle bir dakika sabredin anlamında işaret yaptıktan sonra o sözü söylüyordum... ''Eğitim ve öğretim hayatımda mutlu ve neşeli olduğum tek bir an vardır: Kapısını bir daha açmamak üzere çıkıp gittiğim an...''
Belli ki çok hoşuna gitmişti bu söz. ''Ben'' diyordu, ''Karlışehir Lisesi'nde okurken bir yurtta kalıyordum. Maviay Öğrenci Yurdu'nda!'' Tebessüm sırası bendeydi. ''Ender bey hem liseden, hem de yurttan akrabayız desenize...Ben de o yurtta kaldım, hem de altı sene'' dediğimde tebessüm ediyordu. ''Desene yurt müdürünü iyi tanıyorsundur!''
''Tanımak ne kelime, ciğerini bilirim. Hatta biz ona Gestapo derdik aramızda. Yazılarımda da Kudretli Başkan diye geçer kendisi...'' Ve yurt müdürünün adını ve soyadını tamı tamına söylüyor. ''Bakın lise müdürünün adını unutmuşsunuz, fakat yurt müdürünün adını ve soyadını eksiksiz söylediniz'' dediğimde gülüyordu. ''Sosyolojik gerçekliktir'' diyordum, ''kötü karakterler ve kötü anılar insan hafızasında iyilerden daha çok yer ediyor demek ki'' dediğimde başını sallayarak hak veriyordu. Daha da ileri gidiyordum tanımlamada... ''Ben o yurda ne gibi bir isim takmışım biliyor musunuz?''
''Ne gibi?''
''Maviay Öğrenci Kışlası...''
''Yani bu kadar oturur bu isim'' diyordu.
''Yatakhanelerin önünde uzanan o ruhsuz koridordaki o çelik dolapları gördükçe o çocuk halimle kendimi hapishanede hissederdim Ender bey'' diyordum.
''Benim de hatıralarım var''dediğinde ''ama benimkiler yazıya dökülmüş halde, hani söz uçar, yazı kalır derler ya... Zweig'in o sözünü başlık yaparak bir film senaryosu gibi dizi yazdım!'' diyorum.
''Nasıl yani?''
''Şöyle... Çıkıp Gittiğim An şeklindeki ortak başlıkla 1'den 9'a kadar tam dokuz köşe yazım var. Daha da yazacaktım ama...''
''Ama?''
''Hani zülfi yare dokunur diye bir kısmını halının altına süpürme yolunu seçtim anlayacağınız...''
''Yani kendine sansür uyguladın!''
''Aynen!''
Durgunlaşıyor Ender bey... ''Ah merhamet!'' diyor ve sonunu getiremiyor...
''Bak iyi bir tesbitin var Ender bey. Kudretli Başkan'da o haslet yoktu desem abartmamış olurum. Hani o söz çok güzeldir... 'Merhametsiz kalp sinede yüktür' derler ya!''
''Ne güzel sözdür o... Bir de o kutlu söz... 'Merhamet etmeyene merhamet edilmez' diye...''
Ayağa klakıyorum... ''Bunun üzerine daha ne diyebilirim ki!'' diyorum.
''Hocam'' diyor, ''zamanınızı alıyorum, hani bekleyenler var ya! Ben artık buraya yerleştim, görüşelim, konuşalım.''
''Ender bey işte telefonum'' diyorum. ''Beni her zaman arayabilirsiniz. Bir de o yurttaki garabetlerden birisini söyleyeyim de içimde kalmasın.''
''Ne gibi?''
''O da şu: Ferdi suça toplu ceza yöntemi nice mağduriyetler üretmiştir. Zavallı gariban aile çocuklarının sanki tohumuna para mı vermişti ki Kudretli Başkan. Tam bir Jakoben! Hatta halk arasında güzel bir söz vardır hani!''
''Nasıl?''
''Derler ki 'yahu kardeşim itin ayağını taştan mı esirgiyorsun,boşveer!'...''
Veda ve ayrılış...