O pazar sabahında birden aklıma gelmişti...O hastamın birkaç gün önce yoğun bakım servisine acilen yatırıldığını haber veriyordu eşi ve kızı...O gün de ameliyat günümdü ve niyetim de akşam üzeri yoğun bakıma uğrayıp hastamın elini tutabilmekti. Zira yirmi yıldır benim hastamdı ve her on beş günde bir düzenli olarak polikliniğe gelirdi. Yani derler ya ''saat gibi adam'': Evet, o tanıma uymaktaydı beyin disiplini açısından...

            Telefon ediyordum... Açılmayınca kapatmıştım, ama biraz sonra telefonuma dönüş yapıyordu. Eşiydi, ilk cümlem elbette şöyleydi: ''Fikri bey nasıl oldu? Merak ettim. Kusura bakmayın uğrayamadım da!'' Kısa bir sessizlikten sonra titreyen sesiyle o haberi veriyordu: ''Allah'a yürüdü!'' Terlemiştim, bu sefer bir süre sessiz kalma sırası bendeydi. Başsağlığı diliyordum... ''Hakkınızı helal edin, çok emeğiniz geçti. İnanın evde hemen hemen her gün bahsiniz geçerdi. Sizden bahsederken gözleri yaşarırdı, sesi titrerdi'' diyordu eşi... Demek ki bir gönül köprüsü kurulmuştu aramızda.

            Yazımın başlığını şöyle de koymayı düşünmüştüm: ''Bu dünyadan bir Fikri geçti!'' Ama bu başlık da isabetli oldu diyebilirim: ''Otu çek, köküne bak!'' Derinlik ifade eden bir özlü söz, değil mi yani! Buna yakın bir söz daha vardır ve sık sık kullanırım: ''Asıl azmaz, bal kokmaz... Kokar ise yağ kokar, çünkü aslı ayrandır!'' Belki denilecektir ki ''kardeşim yani adamın kalbine mi nüfuz ettin de asaletini anlatan böyle kesin ifadeler kullanıyorsun? Yoksa niyet okuma cihazın mı var da bizden saklıyorsun!'' Evet, haklı olabilirsiniz, ama bizde de az çok feraset denilen kavram gelişmiştir. Kişinin davranışlarına bakarak bir kanaat sahibi olmaya çalışırız. Ama isabet kaydedebiliyor muyuz! Orasını bilemem elbete. Boş ver biz hüsnü zan besleyelim de...

            Neyse, şairin o sözü aklıma geliyordu vefat haberini aldığımda... ''Bir namazlık saltanatın olacak, taht misali şu musalla taşında!'' Onu yirmi yıl önce tanımıştım. Bir akşam acilden arıyorlardı: ''Altmışbeş yaşında bir erkek hasta geldi, idrar yapamıyor. Uğraştık, sonda takamadık, bir görebilir misiniz!'' Ve hemen gidiyordum hastaneye, ama tüm uğraşılarıma rağmen ben de sonda takamıyordum. Hastaya üretra darlığı ön tanısı koyup acilen ameliyata alıyordum ve ameliyat ediyordum. Kalbi dostluğumuz böylece başlıyordu. Tanıdıkça karınca incitmeyen, yani nahif bir insanla karşı karşıya olduğumu anlıyordum. Ve daha sonraları muayenehaneme gelmeye başlamıştı. Bir seferinde uzun uzun konuşmuştuk. Hayat hikayesinden bahsediyordu. ''Onbeş yaşlarındaydım, Bulgaristan'dan Türkiye'ye göç ettik. Çok zor günler geçirdik. Yoksulluğun ne olduğunu gel de bana sor!''

            ''Şimdi ne iş yapıyorsunuz Fikri bey?'' diye sorduğumda heyecanlanıp ayağa kalktığını hatırlıyorum... ''Otuz sene süreyle Almanya'da bir firmada TIR şoförlüğü yaptım. Hamdolsun emekli oldum. İyi de bir maaşım var. Gül gibi geçinip gidiyoruz.Ayrıca bir çiftlik satın almıştım orada. Eşim de koyunculuk, yani besicilik yapıyordu bir yandan!'' Bir an cebinden mendilini çıkarıyordu, evet ağlıyordu, gözyaşlarını siliyordu... ''Ama orada acılarımı bırakıp geldim. Bir emanet bıraktım Almanya'da!''

            Bir sessizlik... Merak etmiştim... Bir üzüntü kaplamıştı yüzünü, benliğini o an... Kalkıp yanına gidiyordum, omuzlarına dokunuyordum... Belli ki ateş düştüğü yeri yakıyordu.... ''Fikri bey anlatın ki rahatlayasınız!'' Arkasına yaslanıyordu...''Kızımla damadım Almanya'da feci bir trafik kazasında rahmetli oldular. Onlardan bana bir yadigar kaldı küçük Mustafa'm...Daha küçük bir çocuktu. Orada okuttum, tıp fakültesini bitirdi. Ben de gönül rahatlığıyla vatana döndüm işte!'' Tebessüm ediyordum...''Yani kartal yavrusu yuvadan kendi kanatları ile havalanmış, artık uçabiliyor ya... Bu sevap da sana yeter.''

            Sık sık muayenehaneme geliyordu eşiyle birlikte. Zaman zaman bana sorarlar: ''Senelerdir yazıyorsun da merak ediyoruz, bu kadar işinin arasında konu bulmakta zorlanmıyor musun?'' Ben de gülerim... ''Her hasta bir yazı konusudur. Ben herkesin sıradan birisi olarak kabul ettiği insanları, bu toprağın mayası ile yoğrulmuş meşrebi güzel insanlarını yazarım hep. Ben sessiz ve masum çoğunluğun sesi olmaya gayret ediyorum. Onlar bu kubbede bir hoş sada bırakan isimsiz neferlerdir benim gözümde!''

            Her zaman inandığım doğruları yazarım. Hani derler ya ''korkak bezirgan ne kar eder, ne ziyan!'' Bir şairimiz de ''sözün odun gibi olsun, hakikat olsun tek'' der ya...

            Neyse, birkaç yıl sonra hastama ikinci ameliyatı yapıyordum ve kontrole geldiğinde de şöyle diyordum: ''İsterseniz bundan sonra Uludağ Tıp'a gidin!'' Ve bir yıl sonra muayenehaneme tekrar geliyordu. Mahzun bir hali vardı. ''Hocam ne olur beni bir yere gönderme, senin hastan olayım yine. Ne bileyim herkes senin gibi kalbi davranmıyor. Araya bir mesafe koyuyorlar. İnan bir soru sorduğumda pişman oluyorum adeta!'' Dedim ya nahif bir insandı. ''Tamam'' diyordum. Ve eşi bir süre sonra Alzheimer hastalığına yakalanıyordu ve vefat ediyordu. ''Yalnızlık çekilmiyor'' diyordu ve bir süre sonra ikinci evliliğini yapıyordu.

            Hiç unutmam, bu Temmuz'da Allahuekber Dağları'na bir seyahat yapmıştım. Arabamdan inip ormanda dolaşıyorum ve bir yandan da gözüm ve kulağım bozayılarda...Telefonum çalıyordu, Fikri abi arıyordu... ''Hocam bayramın mübarek olsun. Ayrıca yarın tedaviye gelecektim hani'' diyordu. Gülüyordum... ''Şu anda nerdeyim biliyor musun! Allahuekber Dağları'nda ormanda geziyorum!'' Şaşırıyordu...

            Birgün muayenehaneme geldiğinde baktım ki yanında bir bayan, bir de erkek var, ama yabancı oldukları belli, tanıştırıyordu... ''Almanya'daki patronum Hans ve eşi Ursula...'' Şaşırmıştım. Patronunun söylediklerini tercüme diyordu... ''Fikri'yi çok seviyoruz, onu özledik ve misafir geldik, ama bize hiç para harcatmıyor, mahcup oluyoruz!'' Ellerimi birbirine kenetleyip cevap veriyordum...''Bu bizim kadim kültürümüzün gereği... Biz misafire para harcatmayız!''

            Şair diyor ya ''bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar!''  Evet, baki kalan bu kubbede bir hoş sada bırakan birçok dostun ve hastamın arkasından birçok yazı yazmışımdır. Elbette içimden geldiği için yazıyorum bu ''garip gureba'' takımını. Sırtı kalınları herkes yazar değil mi! O sözü çok severim... ''Hamallık ki sonunda ne rütbe var, ne de mal!''

            Yunus Emre ne güzel söylemiş:

            ''Kimisinin üzerinde biter otlar,

              Kiminin başında sıra serviler,

              Kimi masum, kimi güzel yiğitler

              Ne söylerler, ne bir haber verirler.''