Allahuekber Dağları'na yapmış olduğum ve adını da ''safari tatili'' koyduğum o gezi ile ilgili dizi yazılarıma artık son verme niyetindeydim. Zira okuyucuya ''kabak tadı verdirmemek'' endişesiyle bu yazı dizisini bitirmeye karar vermiştim. Gel gör ki tam da düşündüklerimin tersi bir durumla karşılaşıyordum ve içimden ''bir bölüm daha yaz'' diyordum. Hani marifet iltifata tabidir derler ya...Benimki de işte öyle bir duyguydu ve bir bölüm daha yazmaya sevk ediyordu. O saatte arıyordu ''yazılarımın tiryakisi'' o okuyucum. Bu ''tiryaki'' sıfatı tamamen o okuyucumun kendini böyle tanımlamasıyla ilgili...''Hocam mecbur musun benim kalbimi böyle zorlamaya! Yine ne yazmışsın'' diye mizahi ve gurur okşayıcı ifadelerle başlıyordu. İtiraf ediyorum... Ne yalan söyleyeyim ben de o an tedirgin olmuştum. Şöyle düşünmeden edemiyordum: ''Acaba maksadını aşan ve okuyucuyu üzen bir ifade mi kullanmıştım! Acaba hangi yazımı kastediyor!'' Ve ''hayrola'' diye sorduğumda beni rahatlatan izahat geliyordu arkasından... ''Ne olacak, Allahuekber Dağları'ndan bahesderken öyle tasvir etmişsin ki kendimi orada hissettim bir an yani! Oraları bilirim, gidemiyorum, fakat sen yaşattın beni oralarda... Ama çok duygusal yazma, bak kalbime birşeyler oluyor okurken!''
Bir hoş olmuştum, gururum okşanmıştı bu ifadelerle. Zira bu ayrı bir haz, ayrı bir duygu... O anda insanın gözleri buğulanır, adeta ruhu kanatlanır ve insanı bulutlar üzerinde gezdirir. Ve böylece o kısa tatilimin son yazısını da yazmaya karar veriyordum. Aslında o diyardan ayrılırken nemlenen gözlerimi tarif etmem gereken bir yazı olacaktı bu... Ufka bakan nemli gözleri tarif etmek tam da benim tarzım desem abartmamış olurum. Hani bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatanım demiş diye bir söz vardır ya...
Son günümdü ve sabah kahvaltısını yaparken bir yandan da saatime bakıyorum. Zira Serhatşehir'den uçacaktım, ama istiyordum ki zamana sıkışmayayım ve o dönüş yolunda, o yüksek rakımlı ve gizemli ormanlarda arabamdan inip etrafı bir daha seyredip adeta doğa ile vedalaşayım. Çünkü buraların her köşesinde çocukluğumun, bulutlarda gezen o çocukluğumun anıları gizli...
Vedalaşıp o evden ayrılırken doğduğum, anılarımın kol gezdiği evimize yönelmeden edemiyorum. Artık ''ev'' diye nitelemek çok iddialı bir tanımlama olur, zira duvarları yılların yorgunluğunu taşıyamamış ve yer yer çökmüş. Kırık dökük penceresinden içeriye bakıyorum. Hüzün basıyor duygu dünyamı...İki kolumu birleştirip donuk ve buğulanmış gözlerle o evi seyre dalıyorum bir süre. Bu nemli gözlerden aşağı doğru akan sıcak sıvıyı mendilimle silip arabaya yöneliyorum. ''O Belde''nin çıkışındaki son evi de arkamda bırakıp gaza basıyorum, ama içimden bir ses şöyle diyor: ''İn ve son defa bak o beldeye!'' Nemli gözlerle bir daha bakyorum.
Orman içindeki o dar vadide ilerleyip dik vadiden tırmanıyorum. İşte Sarıilçe...Çocukluğum, ilkokul yıllarım burada geçmiş... Evet, yol da parke taşlarla döşenmiş. Bir zamanlar burası toprak bir yoldu. Sarıilçe'ye girdiğimde o ilk evlerden birisinin önünde duruyorum. O da ne? Bahçe kapısında kocaman bir kilit gördüğümde hayal kırıklığı yaşıyorum desem abartmamış olurum. Bu evin gönlü zengin sahibini ameliyat etmiştim yıllar önce. Duvardan bahçeye bakıyorum. ''Vahşi güller açmış görmeye geldim'' diyor ya şair.... Benim durumumu tasvir ediyor sanki.
Sarıilçe'de şöyle bir gezinti yapıp bir lokantada da karnımı doyuruyorum. Bu ilçedeki çocukluğuma ait anılarım gözümde canlanıyor.. Evet, şurada bir fırın vardı, ama orası şimdi bir ayakkabı mağazası olarak hizmet vermekte. Ve Serhatşehir'e doğru yola koyuluyorum. Etraftaki çayırlar ve tarlalar bir ressamn fırçasından çıkmış bir yağlıboya tablosunu andırmakta... İşte böyle manzaraları gördüğümde içim bir hoş oluyor. O güzel havaalanındaki gerekli kontrolerden sonra uçak bekleme salonuna geçip bir neskafe içmeye başlıyorum. Ve işte cep telefonum yine çalmakta. Bilmediğim bir numara bu. ''Açmayayım, yine bir hasta hakkında bilgi istiyorlardır. Yani dert dinleyeceğim galiba. Halbuki ben buraya kafamı boşaltmak için geldim'' diye düşünüp kayıtsız kalıyorum, ama ısrarla çalınca mecburen açıyorum. Beni sorunca teyit ediyorum.
''Ben Genel Cerrahi Uzmanı Profesör Akın'' dediğinde hatırlıyorum elbette. İçimden de ''yani nerden buldu numaramı'' diye düşünüyorum.
''Hocam buyurun, kendinizi fazla tanıtmanıza gerek yok, ben sizi zaten tanıyorum!'' Şaşırdığı belli. ''Nereden hatırlıyorsunuz?''
''Akın hocam nerden olacak İbni Sina hastanesi'nden!''
''Nasıl yani?''
''Hocam'' diyorum, ''ben asistandım ve Genel Cerrahi rotasyonu yaparken siz de doçentlik sınavına gelmiştiniz ya hani!''
Sesi bir hoş olmaya başlıyor. ''Ayy, kusura bakmayın, şimdi hatırladım. Bana ve diğer arkadaşıma ameliyat vakası hazırlamıştınız!''
''Evet hocam size safra kesesi taşı olan bir bayan hasta, diğer hocamıza da tiroid vakası hazırlamıştım. Sınavdan önce de ameliyathaneyi gezdirmiştim. Hatta ameliyat ekibinde ben de vardım ya!''
''Hay Allah, nerden nereye! Hani derler ya dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur. Ne güzel bir hatıra oldu!''
''Hocam telefon numaramı nerden buldunuz'' diye soruyorum.
Gülüyor... ''Ameliyat randevusu vermiş olduğunuz Şevket abi benim akrabamdır. Geçen gün evine ziyaretine gittiğimde bahsetti ve aramamı istedi!''
''Hocam iki gün sonra ameliyat edeceğim'' diyorum ve ameliyatı hakkında sorduğu soruları cevaplıyorum. Tevafuk buna derler ya! Aradan otuz beş sene geçmiş. Anılarım gözümün önünde canlanıyor o anda... Şakaklarıma henüz kar yağmamıştı o zamanlar... ''Delikanlı çağımızdaki cevher, gözünün yaşına bakmadan gider'' diyor ya şair!
''Emekliye ayrılıp bir özel hastanede çalışıyorum. Bir hafta sonu beklerim, bir yemek yeriz'' diyor ve vedalaşıyoruz.
O sırada anons yapılıyor ve uçağa biniş için sıraya giriyorum...