''Yani anladığım kadarıyla prostattan bayağı sıkıntın var'' dediğimde ayağa kalkıyordu. İki elini havaya kaldırarak ''hem nasıl bir dert, uyku haram, ameliyat et de kurtulayım bu meretten'' diyordu.

            Yıldırım beyle dostluğumuz en az yirmi seneye dayanıyordu. ''Bak, ameliyat benim şu cebimde saklı duruyor, yani yedeğimde. Hele şu ilaçları bir kullanıp gel, bir bakalım, düzelmezsen söz veriyorum hemen ameliyat programına alacağım!'' diyordum ve muhatabımın tedavisini düzenleyip yolcu etmek üzereydim. Tam ayağa kalkacağı sırada bakışlarını bana adeta sabitlamişti. Bir suskunluk içerisindeydi. Belki de bir şey söylemek istiyordu. İki elini birleştirip söze başlıyordu.

            ''Fahrettin beyi duydun değil mi!''

           Şaşırmıştım... ''Hangi Fahrettin?'' diye soruyordum.

            ''Canım bizim müteahhit Fahrettin'den bahsediyorum!''

            ''Fahrettin Kaya'dan yani!''

            ''Evet, aynen!''

            ''Ne oldu, hayrola, iki ay önce görüşmüştük ayaküstü!''

            Muhatabımın gözleri buğulanıyordu. ''Geçen hafta hakka yürüdü!''

            Arkama yaslanıyordum, şaşırmıştım. Zira otuz yıllık bir dostluğumuz vardı kendisyle. Hani derler ya hatıralar sarmış dört bir yanımı, baktığım her yerde izi duruyor. Bir kalbi dostun vefatından etkilenmemek mümkün mü! Hele de gönül zengini ise...

            Adet olduğu üzere ölüm sebebi sorulur. Ben de refleks olarak soruyordum: ''Bir trafik kazası falan mı?''

            ''Hayır, Yalova'daki yazlığında kalp krizi geçirip ruhunu teslim etmiş!''

            ''Yıldırım bey, bu aileyi Yalova'ya geldiğimizden beri tanırım. Onların dairesinde kiracı olduk. Sonra bana ısrarla daire sattılar ve ödemede de kolaylık sağladılar. Sonra yine onlardan abime uygun şartlarla bir daire daha satın aldık. Biz onlarda kiracı iken yan bloklar yapılıyordu. Babası her karşılaşmamızda 'gel şuradan sana bir daire verelim' diyordu. Ne yalan söyleyeyim, ben de muayenehaneyi yeni açmışım. O kadar birikimim de yok. En sonunda şöyle diyordum Nervzat amcaya: 'Veren el alan elden hayırlıdır, sen verdin de almadık mı!' Gülüyordu...'Hele sen gel, ben senin ödeme şartlarına uyarım, söz!' Ve o daireyi bize satıyordu.''

            ''Neyse'' diyordu, ''anlaşılan çok hatıran var, dışarıda da bekleyen çok hasta var, ben gideyim!''

            O kalbi dost ile ilgili olarak bir anımı anlatacağım. Gönül zengini, yardım yapmada yarışan güzel insanları anlatmak lazım.Bu kadim kültürün güzel insanlarını hep anlatacağım, arada fırsat düştükçe hep anlatıyorum zaten. Yaban ellerinin vahşi ideolojilerinden ve idrakimize girmiş ve esir almış ''izm''lerinden bahsedecek değilim ya. Zaten duyunca midem yeteri kadar bulanıyor...Neyse...

           Hastanedeki odamdan içeri girince her zamanki gibi tebessüm ediyordu Fahretti Bey. Yanından hiç eksik etmediği siyah bond çantasını masamın üzerine bırakıyordu. Hal hatır faslından sonra kahve ısmarlıyordum ve biraz sonra kahveler de geliyordu.

            ''Fahrettin bey, tekrar hoşgeldiniz, inşallah bir rahatsızlığınız yoktur!'' dediğimde tebessüm ediyordu. ''Şükür sağlığım yerinde, ama bugün başka bir maksatla geldim. Duydum ki hastane yönetimindeymişsin. Uzun uzun düşündüm, vallahi senin vicdanına o kadar güveniriz ki!''

            Sözünü kesiyordum, utanıyordum...''Teşekkür ederim, o sizlerin iyi niyeti!''

            Sağ elini havaya kaldırıyordu...''Hayır, iltifat olsun diye demiyorum, eşini de, seni de çok takdir ederiz. Sana bir parayı emanet edeceğim, biliyorum ki hastanede en güzel bir işe harcarsın.Bu sene zekatımızı hastaneye verelim dedik. Senin yönetimde olduğunu duyunca babamla konuştuk ve karar verdik!''

            Ve çantayı açıp deste deste parayı önüme sürüyordu. Miktarını da belirtiyordu. Kafamda hesaplıyordum...Belki de benim 1 yıllık maaşıma denk geliyordu. Ve ayağa kalkıyordu. ''İşlerim var, bir yere yetişmem lazım! Hayırlı olsun!''

            Telaşlanmıştım. İki elimi havaya kaldırıyordum. ''Aman Fahrettin bey, gitme hemen. Akçeli işlerden hep korkmuşumdur. Allah hayrınızı kabul etsin, teşekkür ederim, ama ben bu parayı böyle kabul edemem!''

            O da şaşırmıştı...''Yani hastanenin paraya ihtiyacı yok mu?'' diye soruyordu.

            ''Hayır, öyle değil. Hani kayıtsız kuyutsuz teslim alırsam hakkımda birileri zan besleyebilir. Derler ya 'şuyu u vukuundan beterdir!' Biraz bekleyin  de hastanemizin vakıf sorumlusu olan Mehmet abiyi çağırayım. Parayı o saysın, vakfın makbuzunu da kesip teslim alsın. O gelmeden ben bu paraya el sürmem.''

            ''Tamam, benim işim var, sen çağırıp teslim edersin, o ikinizin arasında olan bir şey'' diyordu.

            '!'Hayır, bir zahmet bekleyin, işte telefon ediyorum vakıfa.'' Ve mehmet abi geldiğinde paraları sayıp makbuz kesiyordu ve makbuzun bir nüshasını da Fahrettin Bey'e veriyordu.

            ''Şimdi içim rahat'' diyordum ve onu kapıya kadar yolcu ediyordum.

            Allah mekanını cennet etsin. Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş...