Ağır ve ürpertici havanın sorgulayıcı bir hali var bu gece. Daha hızlı yürümeliyim, hatta koşmalıyım.

Bu tenha yerlerden hiç hoşlanmıyorum zaten. Korkmuyorum ama biraz ürküyorum sanki. Dünyada bir ben kalmışım gibi geliyor. Bir an önce evi bulup işimi bitirmeli ve güvenli yalnızlığıma dönmeliyim. Ara sokaklardaki evleri de hiç sevmiyorum ama hep buradakiler çiğniyor kuralları. Yasa ne diyorsa o. Anlamak bu kadar mı zor? Yasak deniyorsa yasak.

 Her gün bir evin kapısına dikiliyorum. Benim burada ne işim var, neden geldim, diye kurduğum, tekinsiz ve uygunsuz soru cümleleri...

Siz kendinizi tutsanız ben de gelip yıllar önce nüfus kontrolü için konmuş olan bu kuralı uygulamak zorunda kalmayacağım. Bir hayatı sonlandırmak kimin hoşuna gider sanıyorsunuz?

Davranışlarımla çelişen sorular beynimi kemirirken; ruhum gibi yıpranmış, köhne bir evin önünde bir zamanlar taşımaktan onur duyduğum ama şimdi bana hava gibi ağır gelen üniformamla duruyorum işte. Boyaları yer yer dökülmüş kapıyı usulca çalıyorum. Yaklaşan adımları duyabiliyorum. İçeride duymaktan en çok korktuğum sesler kulağımda çınlıyor sanki. İnsan yavrusunun ağlayışı ne kadar korkunç olabilir? Anladı mı acaba benim geldiğimi?

Kapı açılınca şaşkın şaşkın bakan, irice bir adamla göz göze geliyoruz. Bu kara gözlerden biraz sonra yaşlar dökülecek. Bana yalvarmalarından az sonra karısıyla ağlamaya başlayacaklar.

Davet edilmeden, tek uzun adımla girdiğim, yoksulluk kokan tek odalı evin karanlık bir köşesinde birinin silueti var belli belirsiz. Yaklaştıkça daha da uzaklaşan…

Duygusuz bir görev bilinciyle konuşmaya başlıyorum, kendi sesimden irkilerek:

-İhbar var. Eşinizle bir bebeğiniz olmuş. Kanunları biliyorsunuz. Onu almak zorundayım.

-Bebek bizim değil ki. İki mahalle ötede çöp kovasının yanında bulduk. Ağlıyordu. Karnı acıkmıştır diye eve getirdik. Yarın merkeze getirecektik, teslim edecektik inanın!

Tanıyordum bu sesi. Çaresizliğin doğurduğu yalanların sesiydi. Zaman kazanıcı cümlelerin sesiydi.

-Anlarız şimdi bebek sizin mi değil mi?

Eşine yaklaşıyor, kucaktaki az önce ağlayan şimdi sessiz olan bebeği kokluyorum dikkatlice.

-Yalan söylüyorsunuz. Bebekten süt kokusu geliyor. Yeni emzirilmiş.

Panikliyorlar. Birbirlerine bakıyorlar korkulu, telaşlı…

-Hayır, hayır. Ben emzirmedim. Süt verdik sadece. Onun kokusu bu.

-Uzatmayacağım, diyelim ki öyle. Yine de bebeği alacağım, biliyorsunuz.

Kadının nefes alışverişlerini, hızlanan kalp atışlarını duyabiliyor, korkunun kokusunu alabiliyorum.

Daha önce defalarca gördüm, izledim; bir anneydi o. Yavrusunu ondan almaya gelmiştim. Yasayı koyan ben değildim ama uygulayan bendim. Yargı-ceza hepsi benim tek hareketimde hatta tek bakışımda toplanmıştı. Yargıç da cellat da bendim. Bebeğini kurtarmak için önce bir sürü yalan söyleyecekti; kendi çocuğu olmadığını ispatlarsa bebeği alacaktım ama öldürmeyecektim. Haber alamayacaktı ama bir ihtimal yaşadığını bilecekti. O yüzden zavallı haliyle umut dilenecekti benden…

Ben kucağındaki doğanın mucizesi olan varlığı, düşünmeden, acımasızca alacaktım elinden. Öyle de yapıyorum. Annenin gözlerine bakmadan, korkuyu umursamadan yarı uykulu olan bebeği sonsuz bir görev bilinciyle çekip koparıyorum annesi olduğundan bir an bile şüphe etmediğim kadından.

Bebek hafif ve yumuşak. Annenin çığlıkları, babanın yalvarışları arasında nasıl olduysa uyumuş bir anda. Garip bir huzur var kirpiklerinde. Üç ya da dört aylık olmalı. İşim kolay aslında. Boğacak ya da her zamanki gibi ilaç verip sonsuz uykuya dalmasını sağlayacağım. Kansız ve acısız bir ölüm. Yapacak mıyım gerçekten? Hep yapmıyor muyum? Benim görevim bu değil mi?

Bebeğin kucağımdaki sıcaklığı ve burnuma belli belirsiz gelen süt kokusu içimde tuhaf bir şeyi kıpırdatıyor. Ne oluyor bana böyle? Aklım karışıyor nedensiz… Bacağıma yapışan kadın, beni ikna etmek için faydasız cümleler kuran adam, ben hareket ettikçe bebeğin bana daha da sokuluşu dengemi bozuyor gibi. Her şey birbirine giriyor. Ne yapacağımı bilmez halde birkaç dakika duruyorum odanın ortasında. Sonra yanımdakilerden kurtulup koşar adımlarla kapıya ulaşıyorum. Çıkmalıyım, kurtulmalıyım bu sevgi kokan yerden.

Sokağa çıkınca rahatlıyorum sanki biraz. Bu sürede parçam gibi olmuş bu küçük bedenle yürüyorum bir süre. İlk kez ne yapacağımı bilmiyorum. Kaybolmuş gibiyim. Bu kadar kolay bir işi niye yapamıyorum bu akşam? Göreve başlarken ettiğim yemini çiğniyorum şu an:

“…yasayı uygula, ülkeni koru, yasayı uygula, ülkeni koru, yasayı uygula, ülkeni koru…”

Kararsız kalma, çok düşünme, emirleri yerine getir... Kaynağı belirsiz sesler yankılanırken beynimde, bebek içimdeki gürültüyü duymuş gibi uyanıyor. Hiç olmayacak bir şey yapıp, gülümsüyor bana. Ne gerek vardı şimdi buna? Güneşin doğuşu gibi, dünyanın kuruluşu gibi, yaşamın kaynağı gibi bir gülüş…Kararımı veriyorum o anda. Katil olmayacağım bu gece. Kabus görmeden uyuyabilirim belki…

Davetsiz girip uğurlanmadan çıktığım evdeki insanlar yarın merkeze gelip beni soracak. Tabii ki bulamayacaklar; bebekleri toplayan hiçbir yok edicinin ismi bulunmaz kayıtlarda. Yaşadığımıza dair bir iz yok ama bizden nefret eden çok. Bir gece ailesinden koparılan bebekleriz biz; birbirini tanımayan, sayısı belirsiz, doğduğu yılı bilmeyen, geçmişi tozlu, hafızaları silinmiş birer hayalet…