GÜNAYDIN Değerli Okurlar,

Bugün,  “Ubasute” den, kısaca yaşlılıkta insanın başına gelebilecek bir olaydan söz etmek istiyorum.

“Ubasute”,  yaşlı ya da hasta yakınlarını ormanın ücra bir köşesinde ölüme bırakmak anlamına gelen eski bir Japon halk âdeti... “Ubasute” aynı zamanda “ Obasute” olarak da bilinir ki bu yaşlı bir kadını terk etmek anlamına gelir; varsayılan kökleri Japonya’ nın uzak geçmişine dayanır. Bir diğer kullanılan terim ise ebeveyni terk etmek anlamına gelen “ Oyasute”dir.

Ubasute birçok efsaneye konu olmuştur. Hatta bu konuda yapılmış sinema filmleri bile vardır. Ben de, bu filmlerden 1958 Japonya yapımı “Narayama Türküsü”’ den (özgün adı Narayama Bushiko) söz edeceğim.

Film, uluslararası festivallerde ve İngilizce konuşulan ülkelerde “ The Ballad of Narayama” adıyla gösterilmiş. Japon kadın yönetmen Keisuke Kinoshita'nın yönettiği film, Shichirô Fukazawa'nın 1956 yılında yazdığı aynı adlı çok satan ödüllü romanından uyarlanmış. Film, 1983 yılında Shohei Imamura tarafından aynı adla yeniden sinemaya aktarılmış. İlk filmden daha sert sahneler içeren film, Cannes Film Festivali'nde büyük ödül; 1958 yapımı ilk uyarlama ise sadece kendi ülkesinde 6 ödül kazanmış.

Konusu kısaca şöyle:

Film, belirsiz bir zamanda, Japonya'nın uzak bir dağ köyünde geçer. Kıtlık ve yoksulluğun had safhada olduğu bu yörede hayatta kalabilmek için sürekli mücadele verilmektedir. Kıtlık çok büyük tehdittir. Bu nedenle yoksullukla başa çıkabilmek için fazla çocuklar satılmaktadır.

Artık üretemeyen bir yaşlının sofradan eksilmesi, arkadan gelecek gençlerin karnının doyması, yani hayatta kalma şanslarının artması demektir. Yörede yüzyıllardır süren bir gelenek vardır. Bu geleneğe göre 70 yaşına gelen her aile bireyi, ailenin gençleri tarafından yöredeki kutsal dağ Narayama'  nın karlarla kaplı tepelerine götürülerek orada bırakılmakta, yani bir anlamda soğuktan ve açlıktan ölüme terkedilmektedir.

Büyükanne Orin de artık 69 yaşını doldurmuştur ve çok yakında diğerleri gibi kaçınılmaz kaderiyle yüzleşecektir. Ancak Orin yaşıtlarına kıyasla daha dinç ve hayata daha bağlıdır. Hatta dişleri bile hâlâ dökülmemiştir. Dul kalmış oğlu Tatsuhei, yakın köylerden birinden dul bir kadınla evlenir. Torunu Kesakichi ise bencil bir şekilde büyükannenin gideceğine sevinmektedir, zira kız arkadaşı Matsu-yan gebedir ve doğum yaptığında sofraya yeni bir boğaz katılacaktır.

Torun Kesakichi, çok yemek yediğini ima ederek büyükannenin dişleriyle ilgili sürekli laf dokundurmaktadır. Müstakbel gelini Tamayan eve geldiği gün büyükanne Orin, ön dişlerini taşla vurarak kırar, böylece daha az yiyecek tüketecektir.  Oysa o hâlâ üretebilen bir kadındır, buna rağmen bazı yaşlı komşularının aksine gönüllü olarak bir an önce Narayama'ya gitmek istemektedir.

Tatsuhei ve sırtında taşıdığı annesi Orin uzun bir yürüyüşün sonunda Narayama'ya ulaştıklarında dehşet verici bir manzarayla karşılaşırlar, etraf sayısız insan iskeleti ile doludur. Görüntü tıpkı bir fil mezarlığını andırır. Her kayanın tepesine bir leş yiyen kuş tünemiştir. Annesini orada bırakıp üzgün bir şekilde geri dönerken yolda birden kar yağmaya başlar. Tatsuhei, annesinin şanslı olduğunu düşünür, çünkü ölmesi uzun sürmeyecektir. Köye döndüğünde yeni eşi, 70 yaşına geldiklerinde onların da gideceği yerin orası olduğunu söyleyerek onu teselli eder.

Yaşlılık, topluluğa değer katma, feragat, üretme gücünden yoksun kalma ve insan doğasının şartlar oluştuğunda ortaya çıkan acımasız yönleri film de nakış gibi işlenmiş.

Buna benzer bir film daha izlemiştim. Yıl 1960 filân olmalı… Filmin adı “Vahşi Masumlar” idi. Orijinal adı ise “The Savage İnnocents”… Başrollerde Anthony Quin ve Yoko Tani vardı. Ben bu filmi, hiç mi hiç unutmadım. Eskimo İnuk, yaşlanan annesini, bir buz dağının tepesinde bırakıyordu. İnuk annesini hiç konuşmadan terk edip giderken, bir beyaz Kutup Ayısı’ nın onları gözleriyle takip ettiğini, sonra da yavaş yavaş avına yaklaştığı görülüyordu. Lise birdeydim, o sahnede çok duygulanmış hatta ağlamıştım. Yaşlı insanların terk edilmelerini aklım hayalim almıyor.

Covid- 19 döneminde de neredeyse buna benzer davranışlarla karşılaştık. Önce 65 yaş üstünün sokağa çıkışı yasaklanarak bir bakıma ölüme terk edildiler. Sonra da çok farklı kısıtlamalar getirildi. Kişisel değerlendirmeme göre, hayat zorlaşıp, yiyecekler azaldıkça özellikle yaşlılar göze batmaya başladı. Üretmeden tüketen nüfus kolaylıkla gözden çıkarıldı. Pek çok yerde yaşlılık bir hastalık gibi değerlendirildi. Ömürlerini vatana-  millete adayan yaşlılarımız ne yazık ki, çoğu zaman hor görüldü.

Bu dönemden unutamadığım bir olay da, bir bankanın kapısına kocaman “65 yaş üstüne hizmet verilmemektedir” yazısı oldu. Yazıyı görünce nutkum tutuldu, yaşlanınca bu kadar dışlanacağımı hiç beklemiyordum.

Ekonomik krizde, yine öncelikle gözden çıkarılanlar emekli yurttaşlarımız olmadı mı? Pek çok emeklinin maaşları, asgari ücretin ve açlık sınırının altında bırakılmadı mı?

Nerde okuduğumu hatırlamıyorum; bir kadın yaşlı babasını ölüme terk ettiği için tutuklanmış; bir adam da hasta kardeşini ölmesi için dağa bırakmıştı.

Bir söz vardır, her zaman zihnimin bir köşesinde durur. Çok sık hatırlarım:

“ Fakirsen ya da seninle işleri bitmişse, ötelenir, aranmaz ve unutulursun!”

Yazımın başında, Japon efsanelerinde geçen bir olaydan söz etmiştim. Yazıyı okuyanların, “Vay be, Japonlara bak! Neler yapıyorlar?” dediğini duyar gibi oluyorum.

Japonlar böyle de, biz çok mu farklıyız?

Kendisini hayata getiren, besleyen, büyüten, okutan, hayata hazırlayan, evlendiren ebeveynlerini( yani anne babalarını/onların anne babalarını), onlar yaşlanıp elden ayaktan kesilince, kendi işlerini göremez hale gelince, üstelik bir de sağlıkları bozulunca, huzurevlerine ya da yaşlı bakım evlerine bırakmayan etrafınızda kaç kişi var?

Biraz düşünün, sıra size de geliyor!

Hayat işte böyle bir şey!