Salim amca yaşlı, güngörmüş, ağır başlı ve mahallemizin saygın bir bireyiydi. Bizim evin olduğu sokağın ucundaki caminin köşeden; sola dönen sokakta büyücek ve iki katlı evde oğulları ve gelinleriyle otururlardı. Evin altında taştan oyulmuş bir mağara vardı. Salim amcanın büyük ve geniş ailesinin kışlık erzakları yazdan mağaraya yerleştirilir, buzdolabı misali saklanırdı.

Salim amca geniş avlunun bir bölümünü nalıncı işliği yapmak için duvarla bölüp üstünü de çatıyla örttü. Mahallemizin çoğu evinde elektrik yokken, Salim amca işliğe koyduğu hızar için üç telli elektrik aldı. Hızar çalışınca sesi bizim evden bile duyulurdu. Ben hemen koşar şaşkınlık ve hayranlıkla hızarın kalın ceviz ağacı kalaslarından nalın taslaklarının nasıl kesildiğine bakardım. Toprak ve taşları kazıyıp yol yapan canavar makinadan sonra gördüğüm hızar; belleğimde ikinci makine olmuştu.

Salim amcanın üç oğlu vardı. Üçü de evli ve kapısı aynı avluya açılan kendi odalarında kalırlardı. Yemek ve gece oturmaları, gündüz ev işleri hep Salim amcanın büyük salonlu evinde olurdu. Nedense Salim hiç torunu yoktu. Nalın yapımı için alınan ceviz ağacı kalaslarını Salim amca “eşek” dediği iki destek üstüne koyar, ağacın durumuna göre büyüklü küçüklü kalıpları kalas üzerine çizerdi. Bu iş bitince hızarı çalıştırır nalın taslaklarını keserdi. Salim amca bu işi haftanın iki günü yapar, dinlenmeye çekilirdi.

Üç oğlu üç gün boyunca taslakları kütük üstünde keserle işleyerek nalına son şeklini verir ve ardından da yan ve üst yüzeylerini zımpara yaparlardı. Haftanın son günü ise ispirto ve gomalakla hazırlanan çok parlak kırmızı ve yeşil renkli boyalarla boyanan nalınlar kuruması için avluya sıra sıra dizilirdi. Boyalar kuruyunca araba lastiğinden yapılmış nalın üst kemeri çakılırdı. Gelin çeyizi için yapılan nalınların üst kemerini ise kundura sayacıları renkli ve çok süsü ve hatta boncuklar takılmış deriden yapardı.

İşler gayet güzeldi. Kentin en güzel nalınlarını yapan bu ailede de elbette bazı sorunlar yaşanıyordu. En başta Salim amcanın eşi Hacer Hanım; “üç gelinin birinden bile bir torun yok” diye yakınırdı.

Bir Cuma namazı sonrası en küçük Rahmi:

Baba biz Türkan’la Ankara’ya gitmeye karar verdik. Orada başka iş tutacağım. Doktora da görünürüz, belki bir çocuk sahibi de oluruz.

Rahmi gideli daha altı ay olmamıştı bu defa büyük oğlu Hasan:

Baba, dün akşam kayınbabam Ayşe’yle beni karşısına aldı; “Ben iyice yaşlandım, yoruldum. Başka çocuğum da yok. Ben göçünce zaten her şey sizin olacak. Sanayideki sabancı dükkanında işer iyi. Senin elin zaten keser tutar. Dükkanın üstünde bitmemiş üç odalı ev de var. Evi adam etmek bir ay bile sürmez. Evinden işine iner çıkarsın. Belki orası size uğur getirir. Size evlat, bize de torun gelir.” Dedi. Eğer izin verirsen Ayşe de, ben de gitmek isteriz.

Salim amca ortanca oğlu Cemil ve gelini Nazlı ile kaldı. Kalfalar tutarak işi sürdürmek istese de eski verimli ve bereketli günler geri gelmedi.

Hasan yeni ev ve iş düzenine çabuk uyum sağladı. Ayşe de daha mutluydu. Yeni evlerine geçeli daha bir yıl bile olmamıştı. Ayşe heyecanla Hasan’a “belki bebeğimiz olacak” diye müjdeledi. İlerleyen günlerde Ayşe’nin karnı büyümeye başladı. “Aman bebeğe bir şey olmasın, aman Ayşe sen yorulma, ağır bir şey kaldırma” diye; herkes Ayşe’nin üstüne titremeye başladı. Analardan biri gidiyor öteki geliyor, babalar “kızım canın ne çekiyorsa hemen alayım” diye etrafında pervane oluyorlardı.

Mutlu gün geldi; Mehmet dünyaya gözlerini açtı. Dedeler ayrı ayrı kurban kesti. Sevinçten; aileden herkesin ayakları yere değmiyordu. Sanayinin tüm esnafı, çalışanı Hasan’ kucaklayarak onun sevincini, mutluluğunu paylaştı. Rahmi; Türkan’la beraber amca olmanın sevinciyle ta Ankara’dan geldi.

Ayşe’nin anası:

Kızım bak ben de, Hacer hanım da şehirden ta buralara gelmekte zorlanıyoruz. Sen Hasan’la konuşta; bir hafta bizde, bir hafta Hacer hanımda durursun. Bizler de yıllardır hasretini çektiğimiz torunumuzu doyasıya sever, okşarız.

Birbirine pek uzak olmayan dede-nene evlerinde odalar hazırlandı. İlk hafta Ayşe kucağında oğluyla anasının evine gitti. Konu komşunun biri gidiyor, biri geliyordu. İkinci hafta Ayşe; oğlu Mehmet’i kundağına iyice sardı. Hava biraz serinceydi, yanında anasıyla kaynanası Hacer hanımın evine doğru hızlı adımlarla yürüdüler. Burada da eve konu komşu akını başladı. Bebeği her gören:

Ay maşallah, Allah nazarlardan korusun. Ne güzel bir çocuk bu, Allah bağışlasın, rızkı da bol olsun. Ayşe sütün iyi mi, bak sütün azsa bol maydanoz ye ki sütün bollaşsın…

İki ev arasında gidip gelmelerle haftalar birbirini kovaladı. Hasan da bu düzene uydu, sanayideki evde pek kalmıyordu. Mehmet önce emekledi, sonra tay tay yürümeler ve en sonunda önce “ana dedi, yok önce nene dedi” çekişmeleri ve geride yıllar kaldı.

Bir gün Salim dede:

Bu çocuk dört yaşında, tam da oyun çağında. Ayşe kızım sen Hasan’a söyle, ben de konuşurum. Siz sanayiye gitmekten vazgeçin. Oralarda bu çocuğun oynayacağı sokak da yok, çocuk da yok. Yarın öbür gün okul çağı gelecek, orada okul da yok. İyisi mi siz o defteri kapatın. Siz büyük evde oturursunuz. Biz de Hacer’le Köroğlu Ayvaz misali sizin eskiden oturduğunuz yere geçeriz. Zaten Cemil’le Nazlı da buradan Bursa veya İzmir’e gitmek isterler…

Mehmet Salim dedesinin büyük avlusunda akranlarıyla ve evin yakınındaki cami avlusunda oynamaya başladı. Ama akranlarına göre çabuk yoruluyor, çok terliyordu. Yıllar çabucak geçti. Mehmet, caminin az ötesindeki okula yazıldı. Ama Mehmet hep yorgun, halsiz ve zayıftı. Dedelerin, nenelerin üstüne titrediği Mehmet’in gelişimi nedense yavaş ve zayıftı. Okulda da çabuk yoruluyor, çok terliyordu ama, dersleri çok iyiydi. Öğretmeni ve arkadaşları da onu çok seviyordu.

Bir gün öğretmeni Mehmet’e “dedene söyle de bana gelsin” diye tembihledi. Sonrasında da:

Bak Salim amca, Mehmet’in dersleri çok iyi, arkadaşlarıyla çok uyumlu, büyüklerine çok saygılı. Biz de onu çok seviyoruz ama bir rahatsızlığı var gibi. Çabuk yoruluyor, terliyor ve de çok zayıf. Siz hiç ihmal etmeyin bu çocuğu bir doktora götürün.

Salim dede torununa bir hastalık kondurmak istemiyordu ama o da biliyordu ki torununun bir sağlık sorunu vardı. Kentin en namlı doktoruna götürdü torununu. Doktor ayna dedikleri makinada bile baktı, inceledi, kan aldırdı. “Bir hafta sonra gelin de, o zaman konuşuruz” dedi. Bir hafta sonra:

Bu çocuğun kalbinde bir sorun var. Koşup, yorulmayacak, gıdasına dikkat edilecek.

Doktor bey; Mehmet bizim tek torunumuz, tek varlığımız… Ne lazımsa hemen yapalım.

Hemen yapılacak bir şey yok. Hele bu ilaçları kullansın, bir ay sonra yine bakarız.

Mehmet beşinci sınıfta ve iki ay sonra da ilkokul bitecekti. Boyu neredeyse babasına ulaşmıştı ama hala çırpı gibi zayıftı. İlkbaharın tüm renkleriyle doğanın giyinip kuşandığı bir gündü. Mehmet tenefüste okulun bahçesine çıktı. Nefes almakta zorlanıyordu. Sırtını duvara yasladı ama ayakta durmakta zorlanıyordu. Okulun bahçesi kızların çığlıklarıyla doldu. Mehmet’in öğretmeni onu kucakladı yavaşça çimlerin üzerine yatırdı, elini başının altına koydu:

Koşun, cankurtaran çağırın diye bağırıyordu.

Mehmet gözlerini açtı. Öğretmeniyle göz göze eldi, bir şeyler diyecek gibiydi ama başı yan tarafa düştü.

Yılarca hasreti çekilen tek evlat, tek torun…