Muayenehaneme henüz adım atmış ve koltuğuma oturmuştum. Yorgundum diyemeyeceğim, çünkü günlerden cumartesiydi ve o hafta da ruhen ve bedenen fazla bir yorgunluk  da hissetmemiştim. Fakat ''Satınalma Komisyonu''nun tepe noktasında bulmuştum kendimi. Neden pasif bir anlam çağrıştıran ''bulmuştum'' ifadesini kullandığımı anlatacağım. Hatta şöyle de ifade edebilirim: ''Birileri arkamdan itmişti ve şahsıma da çok güvendiklerini parlak cümlelerle ifade etmişlerdi!'' Ben de itirazımı kalbi ifadelerle şöyle dile getirmiştim: ''Arkadaşlar bakınız iltifatlarınız ve şahsıma olan güveniniz için çok teşekkür ederim. Fakat akçeli işlerden oldum olası uzak durmaya çalışmışımdır hep. Sonra arkamdan birşeyler söylenirse bu leke yakama yapışır. Bakın ihalelerde yüksek rakamlarla uğraşıyoruz!'' Fakat hamaset dolu cümleler ve rica minnet dolu istekler sonucunda bir de baktım ki şu sıfat eklenmiş ismimin önüne: ''Satınalma Komisyonu Başkanı.'' Ne de sihirli, cazibeli ve de parlak bir sıfat değil mi? Birden ''Başkan'' oluvermiştim ve paraya  hükmeden(!) bir pozisyondaydım.

            Hep şunu hatırlardım: ''İnsan mala, paraya temayüllü olarak yaratılmıştır...'' İçimden de şöyle dediğimi itiraf edeyim: ''Allah korusun ya günün birinde şeytan şah damarıma girer ve para ve servet ihtirası zaaflarımı kabartırsa!'' Ama kendi kendime de söz vermiyor değildim: ''O kadar da zayıf iradeli misin? İhtiraslarına hakim olup dünya malını, daha doğrusu teklif edilebilecek rüşveti elinin tersiyle itemeyecek kadar zavallı değilsin ya!''

            Uzatmayalım, pardon daha sonra uzatacağım ve ''realist edebiyat akımı''na uyup halının altına süpürmek zorunda kaldıklarımı da gerekirse anlatacağım. Asıl konuya geçmeden önce şunu söyleyeyim: İhale kanunu pazarlık usulü ile de ihalenin yapılabileceğine cevaz vermesine rağmen ben komisyondaki arkadaşlarıma o gün şunu söylemiştim: ''Arkadaşlar kapalı zarf usulüyle yapılması taraftarıyım bu ihalenin. Zira zan altında kalmak istemem. Bir leke gelmesin bize!''

            Ve kapalı zarf usulü ile yapmıştık o ihaleyi...

            Gel gör ki insanın karası içindeymiş derler ya... Bir de şöyle derler: ''Uzaktaki taştan korkmayacaksın, en kötü taş en yakınından gelir!''

            Ve ben de o sıralarda bir ev satın alıyordum. Elbette helal parayla ve alnımın teriyle alıyordum. Muayenehanem vardı ve koşturuyordum habire. Köylere ev hastasına bile gidiyordum. ''Bile'' kelimesi birşeyler ifade etmeli ve bir vurgu yapmalı... Ne gibi? Söyleyeyim: Birçok meslektaşım köye hastaya gitmeye üşenirken ben gidiyordum.

            Bir olaydan bahsedeceğim, ama aramızda kalsın... Evet işte anlatıyorum...

            Birgün öğle arasında bir meslektaşım koluma giriyordu ve ''gel senin araba ile Termal'e bir turlayalım ve laflarız da'' diyordu ve direksiyona geçiyordum. Biraz sonra o meslektaşım omuzuma dokunuyordu... ''Bak sana bir şey söyleyeyim de... Sen herkesi kendin gibi biliyorsun. Hani senin o samimi görünen arkadaşın, daha doğrusu ortak arkadaşımız var ya.... Geçen gün doktor odasında ne dese beğenirsin!''

            Şaşırmıştım... ''Ne dedi bizim Murat?'' diye soruyordum.

            ''Yaa sen de çok safsın!'' demez mi!

            ''Bak hala 'bizim' kelimesini onun isminin önüne getiriyorsun!''

            Gülerek ve merakla sesimin tonunu da biraz yükselterek ''çatlatma adamı, söyle ne dedi?'' diye soruyorum tekrar. Meslektaşım bakışlarını kaçırarak şöyle diyordu: ''Senin satın aldığın o pahalı ev gündeme geldi ve o dostun ne dedi biliyor musun?''

            Susmuştu, benim de nabzım hızlı atmaya başlamıştı o an... ''Yahu söylesene ne dedi?''

            Sağ elini sallayarak cevaplıyordu: ''Dedi ki ben de ihale komisyonu başkanı olsam alırım öyle bir ev. Ee bal tutan parmağını yalar demişler... Yoksa atadan dededen zengin biri mi ki sanki!''

            Kızarmıştım ve şakaklarım zonklamaya başlamıştı. ''Peki sen ne dedin?'' diye soruyordum.

            ''Murat çok ayıp ediyorsun. Ben onu üç yıldır tanıyorum, ama sen onu asistanlığından beri tanıyorsun. Zanda ileri gitmek günahtır!''

            Yazının başlığını bilerek böyle koydum. Meğer dost sandığım Murat'ın sahte ve tatlı

 tebessümlerinin altında ne kıskançlıklar yatıyormuş.

            Bilmiyor ki ''kalbin en büyük düşmanı hasettir, kalbi yer ve bitirir!''

            Şair boşuna dememiş!

            ''Yalnız duyan yaşar'' sözü derler ki, doğrudur.

            ''Yalnız duyan çeker'' derim, en doğru söz budur.

             Bitti mi anlatacaaklarım? Hayır, bitmedi. Uygun bir zamanda devamını da yazmak niyetindeyim.