Yani uçağımız havalandığında kendi kendime şöyle diyordum: ''Şansıma tam pencereye denk gelen koltuktayım. Hava da çok güzel... Dağlarla, derin vadilerle kaplı bu vatan coğrafyasını şöyle doyasıya seyredeyim!''
Nuhşehir'e ilk defa gidiyordum ve oraya ait görüntüler, daha önceleri duyduklarım ve okuduklarım bende elbette bir tereddüt uyandırmıyor değildi. Tereddütün bir adım ötesi ayrı bir kelime, ama acaba telaffuz etsem mi! Ediyorum işte, onun adı kelimenin tam anlamıyla ''korku.'' Duygularımı saklayıp da ne yapacağım sanki... Elbette buraya ait haberler ruhumuzda ve hafızamızda birer mini travma olarak depolanmış... O sözü çok severim ve sıklıkla da kullanırım: ''Korku ve panik bulaşıcı bir hastalık gibidir, hücreden hücreye iletilir!'' Ama ben mümkün olduğunca iyimser olmaya çalışıyorum ve adeta karanlıkta ıslık çalan bir insan rolüne bürünmek istiyorum. Yanımda oturan 25 yaşlarındaki delikanlı da cep telefonunu uzatıp resim çekiyor arada bir... Bir diyalog olsun diye aşağıdaki barajın ve oraya doğru akan nehrin adını soruyorum. ''Abi'' diyor, ''barajın adını bilmem de o nehir Dicle!'
Tebessüm ediyorum... ''Delikanlı'' diyorum, ''adın ne? Galiba buralardan bir yerdensin!''
''Adım Ali, Nuhşehir'liyim. Biraz önce de bizim köyün üstünden geçtik!''
Takılıyorum... ''Ali gelmişken inseydin ya, pilota bağırabilirdin ben burada ineceğim diye!'' Gülüyor ve bakışlarını tavana dikiyor.
Aşağıyı seyrettikçe düşüncelerim değişiyor gibi, zira ekili alanları gördükçe öyle seviniyorum ki! Hani bu bölgeniin dağlarla kaplı olduğu söylenirdi ya,ben de sanırdım ki bir tek tarla bile yok... ''Ali'' diyorum, ''şu tarlalarda ne yetişiyor?''
''Abi'' diyor, ''buğday ve mercimek tarlaları onlar!''
Şaşırıyorum... ''Yok ya, demek mercimek de yetişiyor! Tamam, ben bu gece sana misafir olacağım ve mercimek çorbası içeceğiz sizin köy evinde!''
Başı8nı öne eğiyor... ''Başım gözüm üstüne abi!'' Ali'ye biraz daha takılayım diyorum, hani maksat stresi atmak... ''Ali, isminin anlamını biliyor musun'' diye sorduğumda omuzlarını silkiyor... ''Abi nerden bileyim!''
''Ali yüksek demek, sen de böyle yüksek dağların üzerine kurulu bir köyde doğmuşsun ya... Yani ismine layıksın'' dediğimde tebessüm ediyor.
Uçağımız alçalmaya başladığında buraların Ali'sine sorma gereği duyuyorum haliyle: ''Ali buradan Nuhşehir merkezine nasıl giderim?''
''Taksi ve minibüs var, inişte solda'' diyor. Ve inince yürüyorum, iki valizli halimi gören taksi şoförleri yaklaşıyor...''Abi taksi var, yolculuk nereye?''
İçimden de o taksicilerin vücut dilini okuyorum kendimce... Neye yararsa! O söz aklıma geliyor: ''Minare de doğru, ama içi eğri!'' Önyargılı birisi değilimdir, ama feraset de farklı bir duygu ve algılama şekli yani...Nihayet kırklı yaşlarda, eli yüzü düzgün birisine yaklaşıyorum... ''Nuhşehir merkezine gitmek istiyorum'' diyorum ve biniyorum.
Etrafı izlerken sağda ve solda yüksek dağları görünce şoföre soruyorum: ''Hangi dağlar bunlar?''
''İlk defa geldiğiniz anlaşılıyor abi... Şu sağdaki Cudi, soldaki de Gabar!''
İçimden de diyorum ki ''ne için geldiğimi, ne iş yaptığımı sorarsa acaba ne desem?'' Hani şu iki muhteşem dağın arasında elbette kendimi yapayalnız hissediyorum o an...
Taksici arada bir beni baştan aşağı da süzmüyor değil yani...Arada bir yutkunup önemli bir soru soracağını, ama sonra vazgeçtiğini gözlüyor gibiyim. Belki de şöyle düşünüyordur: ''Fazla merak iyi değildir. Her taşı kaldırıp altına bakmak da risklidir!''
Dağdan bayırdan konuşuyoruz, hani ''geyik muhabbeti'' derler ya... Onun gibi yani...
Ve Nuhşehir levhasını gördüğümüzde soruyor: ''Beyim nereye bırakayım?''
''Tümen Hastanesi'' diyorum ve Nizamiye'nin önünde bırakıyor beni... Hemen nöbetçilerden birisi geliyor ve hekim olduğumu söyleyip mesleki kimliğimi gösteriyorum ve sorduğu sorulara da cevap veriyorum. Valizlerim XR cihazından geçiyor ve hastaneye ilk adımımı atmış oluyorum.